13 Ocak 2013 Pazar

Ben:     Gidip sormak istiyorum.
O:        Ne soracaksın, "Çocuğunuza neden paylaşmayı öğretiyorsunuz?" mu diyeceksin?
Ben:     Hayır, "Çok mu mutlusunuz?" diye soracağım.
O:        Adam mal mal suratına bakacak, "deli" diyecek. Ayrıca adamın mutluluğuyla ne alakası var çocuğuna verdiği öğüdün?
Ben:     Bir kere "deli" demeyecek "neden" diye soracak. Her zaman sorar böyleleri. Karşıdakinin ne demek istediğini anlamak isterler. Söylediğimin saçma olmadığını ispatlamam için bana bir şans verecektir. Hatta o kadar nazik "Neden sordunuz" diyecektir ki inanamazsın.
O:         E iyi peki. Ondan önce ben sorayım. "Neden" tanımadığın bir adama gidip de çocuğuyla geçirdiği güzel bir günde "Çok mu mutlusunuz?" diye soracaksın?
Ben:      Yüzündeki ifadeyi görmedin mi? Derdi çocuğuna bir şey öğretmek değil. Çocuğunun kendisi olmasını istiyor. Neden ki yani? Çok mu mutlu hayatından? Bu güne kadar çok mu paylaşmış veya paylaştığı için çok mu keyfi yerindeymiş...
O:         Taktın paylaşmaya.
Ben:      Hiç de takmadım. Hatta alakam yok. Bu zavallı çocuk, mutsuz olduğu her halinden belli olan anne ve babasından her gün yeni bir bilgi öğrenecek. Paylaşma yöntemi, paylaşmanın ne zaman doğru olduğu veya olmadığı bunlardan sadece biri. Annesini görüyor musun? Evden çıkmadan hemen önce kavga etmişler. Çocuğun üzerinden gözünü bir an bile ayıramıyor. Arada yüreği zıplıyor ama kocasının çocuk bakamayacağını ispatlamak için müdahale etmiyor. Kocası ise bunun ne kadar basit bir iş olduğunu göstermeye kararlı. 5 yaşlarında çocukları olduğuna göre en az altı yıl kadardır evliler ve....
O:        Nereye getireceksin anladım ama bu onların mutsuz olduğunu kanıtlamaz. Ne yani evden çıkarken tartışan ve çocuğun sorumluluğunu paylaşmak isteyen bir anne-baba çocuklarına öğüt veremez mi? Saçmalıyorsun bence...
Ben:     Peki.
O:        Ne yaptın en son konuşmamızdan beri, oldu mu o işte bir gelişme?
Ben:     Oldu aslında, artık girişimlere başladım ama sonunun geleceğini zannetmiyorum. Yine de elimden geleni yapacağım tabi.
O:        Ne yapacaksın?
Ben:     Ne yapacağım, mecbur daha netleşeceğim. Belli edeceğim, sonra o şaşırmış numarası yapacak, en başta "yok canım, ne alakası var" diyecek. Ben pozisyonumu kaybetmeyeceğim. Düşünmek için zamanı olması gerekiyor. Sonra bir adım daha atacağım. O da fark edince geri adım atacak.
O:       Geri adım atacağından emin değilim ya. Bence kendine güvenmelisin.
Ben:    Geri adım atacağından eminim. Otoyolda takip edildiğini fark eden bir arabanın şoförü ne yapar. Hemen ıssız bir sapağa sapar ki takip edilmeye devam ederse takip edildiğinden emin olur.
O:       E öyle yaparsa sen ne yapacaksın?
Ben:    Mecbur takip etmeye devam edeceğim. Onu şu aşamada gözden kaybetmeyi göze alamam. Takip ediyorum zaten arkadaş, varsın anlasın. Sonrası ona kalmış. Ya gaza basar kaçar, ben de altımdaki arabanın gücünün yettiği kadar takip ederim ya da kenara çekip benimle konuşmaya razı olur.
O:       Nasıl bir örnek bu ya. Sen ne diyeceksin konuşursa?
Ben:    Sinirli olacak en başta tabi. Şöyle olacak; Ben ona "Bak biz ikimiz de arabada tek başımıza gidiyoruz. Her gün bu saatlerimiz yalnız geçiyor. Bence birlikte gidip gelebiliriz. Hem muhabbet ederiz, hem de birlikte mükemmel şarkılar dinleriz. Ne dersin?" diyeceğim. O da bana "Olmaz ki, benim yolum çok sapa. Aynı yerden değiliz biz." diyecek. Ben de emin bir şekilde inanmadığımı onu her gün gördüğümü, gittiğimiz yolun aynı olduğunu bildiğimi söyleyeceğim, ki zaten biliyorum. En içten dileklerimle "Yolu birlikte gitsek daha mutlu olmaz mıyız?" diye soracağım en sonunda da.
O:        O ne diyecek?
Ben:     Ne bileyim. Bilseydim zaten bu kadar konuşmaya gerek kalmazdı. Tüm konuşmaların nedeni bilinmeyen şeyler zaten. Bu arada fark ettin mi?
O:        Ettim tabi. Oha ya, çocuk düştü bunlar hala kavga ediyorlar. Babası "Bırak kendisi kalksın, güçlü olmayı öğrensin" dedi.
Ben:     Çünkü kendisinin şu anda karısının karşısında olduğu kadar çocuğun da güçlü olmasını istiyor. İnsanın kendisini sevmesinin en kolay yoludur çocuk yapmak.
O:        Evlenmesinin nedeni de bu mu? Çocuk yaparak kendini sevmesi mi?
Ben:     Hayır. Yabancı bir insana içindeki her şeyini bildirecek kadar yakın olarak, aslında ne kadar sevilmeyecek bir adam olduğunu göstermek ve böylece ne kadar iğrenç bir insan olduğu konusunda kendini onaylamak.
O:        Kime acısam bilemedim.
Ben:     Gerçek bir yetişkin gibi davran. Çocuğa acı, anne-babalara kız ve diğer yetişkinleri sev. Kendi çocukluğuna acıdığın, kendi anne-babana kızdığın ve kendini sevmeye ihtiyacın olduğu için, tutarlı ve mutlu hissedeceksin...
O:        İyiymiş.
Ben:     Çocuk hala ağlıyor...
O:        Geri zekalılar.

28 Kasım 2012 Çarşamba

4

Koltuktan kalktı, gitti. Merdivenlerden inerken birbirlerini görmüşler midir diye düşündüm, acaba O, merdivenden çıkarken, sevimsiz suratlı yalnızlığımın hemen yanından aşağıya indiğini fark etmiş miydi? Sormak istedim ilk gördüğümde ama o kadar sıradan bir şekilde bana doğru yürüyordu ki, biraz önce masamdan yavaş ve sert hareketlerle tek kelime etmeden kalkan adamı hiç de tanımış gibi değildi. Bir kişi çok şeyi değiştirebilir belki ama herhangi bir kişinin gelip bir şeyleri değiştirmesi, bel bağlanamayacak kadar küçük bir ihtimaldir. Bir metre yanıma kadar geldi ve "Naber?" dedi.

"Midemi ne bulandırır biliyor musun? Yüzümün alabileceği sonsuz şekilden bir tanesine karar verenin reflekslerim olmadığı zamanlar oluyor. Yüzün aldığı şekil doğal olmalı değil mi, insan hadi güleyim veya hadi suratımı asayım dememeli. Bak ne diyorum: Kontrolsüzlük insanı düzene götürür ya, bilinçaltı bilince göre her zaman daha kararlı ve tutarlı olmuştur, ne yaptığını bilir. İşte benim içine sıçtığım bilinçaltım benimle konuşmadı mı midem bulanıyor arkadaş. Al, lanet olsun tamam hadi karar veriyorum - başına yeni bir olay gelmiş, canı sıkkın ama anlatmaya da çok hevesli yüz ifadesi istiyorum -  sonra da bu yüz ifadesiyle - fena değil, senden? - diye soracağım ki sen de "hayırdır" diyebilesin." demek giriş için çok uzun olurdu. Yaptığın her hareketi karşındakine açıklayamazsın,  ben de açıklamadım. Onun yerine "Fena değil, senden?" diye soracaktım yalnızca ama vazgeçtim. Göz göze geldik bir an, gözlerinden korkuyorum. O anda bilinçaltımla barıştım hemencecik. Bilerek bir şey dememişti çünkü anladım. Hislerimi yansıtacak en iyi şeyin "Naber?" sorusuna bir kaç saniye içinde verilemeyen bir cevap olduğunu nereden bildi. O şaşkın bana baktı, geçen süre garip bir gün geçirdiğimi anlayatacak kadar uzun, "Naber dedim, huop orada mısın?" sorusuna girişmesini engelleyecek kadar kısaydı. Satrancın bile ilk hamlesini  sevmem ben, her seferinde şah tarafındaki filin önündeki piyonu bir kare oynatmak gelir içimden. Çünkü bu gereksiz hareketin karşı tarafta yaratacağı hissi görmek isterim. Satrançta ilk yapılan hareketin her zaman telafisi vardır, iki kişi konuşurken ise her zaman yoktur. Gülerek "iyilik sağlık ya senden naber" dedikten ne kadar zaman sonra dert anlatabilirsin veya biraz önce çok sevdiğin birini kırmışsın gibi "Sorma ya" dedikten sonra ilk ne zaman dengesiz damgası yemeden gülebilirsin.

"Garson dediğimde aklına gelen ilk garson şekli yaşam standardını belirler" dedi bir zamanlar bir kişi bana. Aklıma gelen ilk iki garson birlikte geldiler ve önüme aklıma gelen ilk iki menüyü bıraktılar ve sordular birlikte "Bugün muhabbetinizde ne almak isterdiniz?". Muhabbete çok açtım. Başlangıç olarak garsonların birinden az domates çorbası üstü bol kaşar diğerinden körili karides istedim. Sonra O'na "Fena değilim ya iyiyim, senden naber?" dedim. Önüme karidesli domates çorbası getirdiler sanki, tadını sevdim. 

- İyiyim ya, ben kahve alacağım sen ister misin bişey?
- Ha yok ben içtim ya, sen al.
-Tamamdır.
-.....
- Eee nasıl gidiyor?
- (Midemi ne bulandırır biliyor musun?)




15 Kasım 2012 Perşembe

Zavallı mı? Kesinlikle değil. Hem ben boş boş gülmüyorum. Ne demek yani "Gerçekten mi?". Niye yalan söyleyeyim ki anlamadım. Hayır, yalan söylemiyorum. Gerçekleri söyleyebilecek olmam bir zavallılık değildir. Söylediğim gerçekleri söylememin zavallı olduğunu söylemiyorsun, zaten zavallı olduğum gerçeğini söylediğimi söylüyorsun öyle mi? Hayır, sadece sen, içinden geçenleri gerçekten söyleyenlerin ancak kaybedecek hiçbir şeyi olmayan zavallılar olabileceğini düşünüyorsun. Oysa ki benim kaybettiğimden çok çok daha fazla kaybedecek şeyim var hala. Ve sadece daha fazla kaybolmamak için kaybettiğim gerçekleri söylüyorum ben. Hayır, boş boş değil, sadece bir sebebi olmadan gülüyorum.

Yukarıya çıktığımda pencere kenarına oturmuş, kitabı önüne açık, dışarıyı izliyordu. Yol boyunca süren gerilimden sonra benim dışımda bir şeylere konsantre olmuş olması beni rahatlatmıştı. Bardağın yanından damlayan kahve damlasını bir dil darbesiyle kurtarma telaşım koltuğa gereğinden sert temas etmeme neden oldu. Koltuk çirkin bir sesle 1-2 santim geriye giderken, sesten rahatsız olmuş bir ifadeyle bana döndü, baktı. Kitapta kaldığı yeri en başta bulamamış olacak ki sağdaki sayfanın üzerinde biraz göz gezdirdikten sonra bir önceki seferde bir sayfa eksik okuduğu için, önünde uzanan yüzlerce sayfaya bir tane daha eklenmiş olmasının sıkıntısıyla soldaki sayfaya geçti. Kitap okumak hiçbir zaman kitabı bitirmek kadar zevkli olmamıştır. Hiç bitmesin istediğiniz kitaplar olabilir ama hiç bitmeyeceğini bildiğiniz halde okumaya devam edeceğiniz bir kitap olamaz, olsa bile kitabı okurken keyif alamazsınız. O da kitabı bir an önce bitirerek yeni bir kitaba başlamak istiyordu normal olarak. Kahveden bir yudum aldım. Saçma ama, çocukların yapamayacağı bir şeyi, kahve içme işini yapıyor olmak birden kendimi çok olgun hissettirdi. Küçüklüğümde annemin kahve fincanını tutuşunu, o kahve fincanının üzerindeki mat renkli şekiller sanki içindeki şeye gerçek tadını veriyormuş gibi kahveden içmekten çok o fincanı baş ve işaret parmağımla tutarak dudağıma götürmeyi isteyişimi düşündüm. "Çocuklar kahve içmez"di işte.Çocukluğum çok uzak değildi oysa ki. En iyi anlaştığım çocukluk arkadaşım karşımda oturuyordu. Çocukken her gece ama her gece birlikte odamda müzik dinlerdik, aşkımızı da derdimizi de odada birlikte paylaşırdık, kitaplarımızı birlikte okur, sinemaya hep birlikte giderdik. Geceleri uyumadan önce henüz uykuya dalamamış dostumun gözlerine bakıp, "Bu yalnızlık benim" diye iç geçirirdim. Sonra Yeni Türkü'nün yeşil bantlı, kapağını çoktan kaybettiğim albümünü koyar hızla sararak Semai şarkısını açar, uyumadan önce yalnızlığıma son bir kez sarılıp dinler ve şarkının bitişinde müziğin yerini alan cırcır böceklerinin sesiyle gözlerimi kapatırdım.

Kendime geldiğimde yüzüme bakıyordu eski arkadaşım. Benim sırıtan ifademin aksine yüzünde bu sefer hiç gülümseme yoktu. Belli ki kendi kendime gülmemin artık bir şakaya girmeyeceğini ve bunun ciddi olduğunu düşünüyordu. Derin nefes alırken kafasını önce sol yukarıya sonra sağ aşağıya, çenesiyle bir yarım daire çizer gibi hareket ettirdi. Kimse derin nefes alırken hareket etmemelidir. "Sen benim ne olduğumu düşünüyorsun ya?" dedim kimsenin duyamayacağı fısıltılı ve sinirli bir sesle. Çenesini son bıraktığı sağ aşağıdan hareket ettirmeden gözlerini hafif kaldırarak bana baktı. "Zavallı mı?" dedim.



14 Kasım 2012 Çarşamba

Bir Cumartesi günü öğleden sonrasının en güneşli bir kaç saatini uyuyarak geçirmekti, hayatımın yaşadığım dönemi. O gün öğlen saat 3'te uyandığımda hissettiğim pişmanlığı ilk kez 30'uma değdiğimde tüm gençliğimi düşünerek hissetmeliydim. Erken gelen hisler hep abartılı olur. Şimdi bütün o abartılı titizliğiyle karşımda duruyordu, benden biraz önce uyanmış ve bir gömlek ütülemişti. Cumartesi öğleden sonrası için asla tercih edemeyeceğim şey bütün hafta boyunca zaten giymek zorunda olduğum gömleklerden birini giymekti. Ütülü gömleği ve pantolonunu üzerine geçirdiğinde kendini şık bir adam zannedecek kadar komik bir yüz ifadesiyle aynaya baktı. Dışarı çıkma zamanı geldiği belliydi.

Yolda yürümeye başladığımızda, yüzünde bir zafer edası vardı. Ben her yoldan geçen insanoğluna baktığımda yüzündeki gülümsemeye biraz alay katılıyor ve bana yan gözle hafif bakışlar atıyordu. Karşıdan gelenlerin yüzlerine bakarak ne hissettiklerini ne düşündüklerini anlamaya çalışmam eğlendirmişti onu belli ki. Önümüzde, kavga ettikleri her hallerinden belli olan bir çiftten 21 yaşlarındaki genç kadın bir adım önde yürümeye dikkat ediyordu. Suçlu olmanın suçluluğunu yaşayan erkek ise, eninde sonunda yiyeceği "biraz acele etsene neden, geride kalıyorsun" fırçasını yemeden önce, hareketlerini ne kadar yavaşlatabilirse aralarındaki gerilimin o kadar yumuşayacağını zannediyordu. Bu kavganın galibini sadece yürüyüşün hızı belirleyecekti artık ve önde hızla yürüyen kızın yavaşlayığ, dün gece toplumsal baskının verdiği rahatsızlığa rağmen sevişmiş olmanın verdiği huzurla ve gevşemişlikle bütün gece koynunda uyuduğu bu genç adamın elini tutarak, bu tartışmadan kazanacağı avantajlardan vazgeçmeye hiç niyeti yok gibiydi. Bunları düşünürken, kafamı çevirip yanımda yürüyen o pis herifin suratına bakmadım bu sefer, baksaydım bana asla öğrenemeyeceğim bu kavganın sebebini asla öğrenemeyeceğimi anlatacaktı, biliyordum. Zaten bildiğim ve beni rahatsız eden şeyi ondan tekrar duymaya hiç de ihtiyacım yoktu. Karşıdan gelen "güzel" bütün dikkatimi dağıttı. İlk soru her zaman "Acaba onu tanıyor muyum?"dur, ikinci soru ise her zaman "Ben şimdi bu güzeli neden tanımıyorum?"dur. Hayır tanımıyordum ve tanımayacaktım, tanımam için de hiçbir gerekli sebep yoktu. Aynı yönü bile paylaşmıyorduk, paylaştığımız tek şey üzerinde yürüdüğümüz kaldırımdı. Güzel yanımdan geçinceye kadar kahverengi dalgın gözlerine baktım, sanırım yanımdan geçerken de istemsizce biraz kafamı çevirdim. Acaba beni veya yanımdaki adamı hiç fark etmiş miydi? Yanımda yürümeye devam eden yanlızlığa baktığımda başını aşağı doğru indirmiş, dudak kenarlarını yanak kaslarının izin verdiği sınırlarda kulaklarına doğru çekmiş ve evden çıkmadan hemen önce fırçaladığı dişlerini olabildiğince ortaya çıkarmıştı. Belli ki yanımda kendisinin yerine henüz arkamda gözden kaybolmamış olduğunu tahmin ettiğim güzelin yürümesini istememi çok imkansız bir hayal olduğunu düşünüyordu. Dalga geçmenin bile bir adabı vardır, üstüme gülerken kafasını sanki yaptığın şeyden çok utanırmış da bunu gizlermiş, sanki gözlerimin içine bakarak gülecek olsa ben acıdan kıvranırmışım gibi dalga geçemez benimle. Aklımdan arkamdaki güzele yetişip, "Bak şu ileride bekleyen kareli gömlekli yanlızlığım, biraz önce sana(size) aşık olma isteğim yüzünden benimle en onur kırıcı şekilde dalga geçti. Beni yanına alırsan bütün sevgimle seninle yürüyeceğim, yüzün sadece bir an daha gülsün diye bir gün boyunca başka hiçbir şey yapmadan seni nasıl mutlu edebileceğimi sanki hayatımın gerçek anlamı bunu düşünmekmiş gibi düşüneceğim ve yapacağım da. Çok mutlu olacaksın, çok. Eğer beni yanına almazsan bütün onurumu ayaklar altına alıp tekrar yanlızlığımın yanına döneceğim. Ne dersin?" diye sormayı geçirdim. Yapmadım. Hayır deseydi onursuz olmak zorunda kalırdım. Cevabı alındığında onuru zedeleyecek olan sorular sorulmazsa insanın onuru çok daha güvende oluyor.

Kahve içeceğimiz yere geldiğimizde, o önden gidip oturacak yer bulma heyecanını gizlemezken ben kahve sırasına girdim. Saat 4'tü ve benim içimde ilk kez 40 yaşında hissetmem gereken bir vazgeçmişlik vardı. Nasıl olsa kendime oturacak bir yer bulurdum...

8 Eylül 2012 Cumartesi

Biraz önce kapıdan daha önce hiç tanımadığım bir yanlızlık içeriye girdi. Şimdi, lacivert hafif parlak kumaşlı pantolonu, gri-beyaz çizgili gömleği, elleriyle taradığı belli olan saçları ve sadece hafta içleri kestiği için haftasonları ona umursamaz ve çirkin bir görünüş katan sakallarıyla, salonumun kapısının hemen yanınında ayakta duruyor. Ona bakmıyorum. Bakmamaya çalıştıkça, omuzlarıyla birlikte, orada olduğunu bana net bir şekilde belirten sinirli, şaşkın ve ciddi bakışları da gittikçe dikleşiyor. Çok kalacağını bildiğim için ilk günden misafir olarak davranmak istemediğim bir misafir gibi, bu kendisine yabancı ortamda benden bir komut bekliyor. Geleceğini önceden bildiğim bu misafiri kovmak mümkün olmadığı gibi "a naber ya, gel otursana" diyecek samimiyeti gösteremeyecek kadar az seviyorum onu. Aklıma sevme ihtimalim geliyor, ya o kadar kötü biri değilse diye geçiriyorum içimden. Tekrar döndüm ve gözgöze geldik. Odamın içerisinde hemen ayakta durduğu gerçeğini kabullenmeye başlıyorum, gözlerimi kaçırmadım. En iyi şansım, günün en güneşli ve güzel saatlerinde koltuğumda evden çıkmak istesem bile en az yarım saat kendine getirilmesi gereken vücudum ve uykudan kalma kıyafetlerimle oturduğum için bana küçümser gözlerle bakan bu adamın iyi yönlerini süzmeye çalışmak sanırım. Duruşunun şeklini bir an bile değiştirmemiş olması bacaklarının güçlü olduğunu gösteriyor, belli bir oranda spor yaptığını ama asla bir sporcu olamadığını şekilsiz vucudundan da hemen anlıyorum. Birlikte oturulan ilk iki saatte sizi kitap bilgisiyle ve ciddi akıcı cümleleriyle etkilemek için bütün gücünü kullanmaya hazır olmasıyla birlikte, espri yapmaktan o kadar uzak bir yüzü var ki her an onunla sıkılacağınızı anlamak için birkaç saniye ona bakmanız yeterli. Kendi adıma, onunla birlikte kitap okuyabilir, spor yapabilir ve bazen önemli konuları konuşabilirim diye düşünüyorum. Vicdan azabı gibi ayakta dikilmesi canımı sıkıyor. Döndüm, başımla kısa bir selam verdim, ben de sana çok bayılıyordum der gibi yavaş hareketlerle geçip karşımdaki koltuğa oturdu. Hemen etrafta okuyarak oyalanacağı bir şeyler bakınmaya başladı. O an onun da bir deniz kıyısında tek başına oturmayı, burada olmaktan çok daha fazla tercih edeceğini anladım. "Konuşmayı çok sevmiyorsun, değil mi?" dedim. Mantıklı sessizliği mantıksızlaştıran bu kelimelere cevap vermeyen yanlızlık bana kendimi deli gibi hissettirmeye kararlıydı. Konuştuğuma pişman oldum, kimsenin beni konuşurken görmediğini düşünerek rahatladım. Bir an olsun onun varlığını hissetmeden durabilmeyi istedim, sanki o şimdi hiç orada değilmiş gibi. Gömleğinin kollarını açtı. Rahatladı sanki biraz, çok uykusu olduğunu belli eder gibi uzun ama karşısındakilerin çok dikkatli bakmadan asla anlayamayacakları şekilde esnedi. Uyumayı çok sevdiği hatta her fırsatta uyuduğu belliydi, çünkü böyle bir adama sadece rüyalarındayken özgür olabilirdi. "Biraz uyumak ister misin?" diye sordum, başıyla evet işareti yaptı kibirli herif. Kalkıp boğazını sıkarak "Konuşacaksın lan bu evde, burada kalacaksan adam gibi davranmayı öğreneceksin orospu çocuğu" demek geldi içimden. Onun yerine "gel" dedim. Koridorda odaya doğru yürürken onunla birlikte yaşamanın "Gel haydi, odanı göstereyim o zaman. Yanında eşyaların var mı?" konuşmasını tek kelimeye kısalttığı gibi hayatımı da kısaltacağını hissettim. Odada ona eşyalarını ve yatağını gösterdikten sonra beğendi mi acaba diye yüzüne baktığımda, "hangi poster veya hangi tablo bu duvara yakışır" der gibi etrafa dikkatlice baktığını gördüm. "Ne kadar kalacaksın?" diye sordum. Önce düşünür gibi yere sonra gözlerimin derinliklerine bakarak ikimizin de cevabını bilmediği bu sorunun ne kadar anlamsız olduğunu bana anlatmaya çalıştı. Anladım. İçimde topladığım bütün nezaketimle eviminde ne sahip, ne misafir ne de kiracı olan bu adama "Hoşgeldin o zaman" dedim...

20 Temmuz 2012 Cuma

"Bak Allah'ın adını verdim bak. Bir kere daha anlamıyorum dersen bilgisayarı kafana geçireceğim" dedi. "Abi anlamıyorum, napim?" şeklinde formal olmayan cevap-sorumun içinde geçen "anlamıyorum" kelimesi, benim ne yapmam gerektiğinden çok, öncesinde Allah'ın adını vermiş olduğu için kendisinin şimdi ne yapması gerektiğini düşündürüyordu ona belli ki. Önce saatine, sonra bana, sonra önündeki koda baktı ve daha öncelikli problemler olduğuna karar vererek sustu. O kaldığı yerden devam ederken ben sakinleşmeden devam edemeyeceğimin farkındaydım. Bir yastık gibi hissediyordum. Anaokulunun ilk günlerine bomboş bir kılıf olarak başladığım eğitim hayatımda, babaanne kırlenti (sadece babaannelerin uyuyabileceği, kavgada ıstakadan daha büyük etkiler bırakabilen yastıkımsı) olma yolunda ilerliyordum. En başta, tüm bu bilgileri almaya başlamanın en başında her şey çok güzeldi, pamuklar teker teker yerleştiriliyor, sonra düzleniyor, pofuduk pofuduk bir eğitim veriliyordu. Geldiğim noktada ise bir grup insan aynı anda ve hunharca kılıfın içene buldukları her türlü pamuğu tıkamaya çalışıyorlardı. Başardılar da, sonunda taş gibi oldum ama, beynimde sıkışmış pamuklar var hala.

"Anlayacak ne var ki?" diye sordu. her zaman anlayacak bir şeyler olduğunu söyleyen ön yargılarımı bu kadar basit bir cümleyle yıkabileceğini zannetti sanırım ama çok yanılıyordu. "Nasıl yani?" dedim, bu kalıp basit bir vurguyla "sen ne dersen de bu söylediğini onaylamayacağım ama, yine de merak ettim, hadi bi dene" anlamına gelebilir. "Yani arkadaş, anlamıyorum deyip duruyorsun, birincisi bu kadar bilgi eksiği ve bu kadar gereksiz bilgi ile birlikte nasıl anlayabilirsin, ikincisi diyelim ki anladın, ne işine yarayacak. Anladığın şey hala senin aklınla ve bakış açınla ilgili olacak farkındasın değil mi? Dar bir kaba koyamazsın insanların hareketlerinin anlamlarını ve altında yatan nedenleri." dedi.

Bazı şeyler benim aklıma sığmıyor. Evet, tam anlamıyla söylemek istediğim bu, "aklıma sığmıyor". Düşündükçe beynimden taşacaklarmış gibi oluyor, baş ağrısı yapıyorlar. Ben de bırakıyorum beyin sıvılarından aksınlar. Bir noktadan sonra ne kadar yeni soru, sorgu, işlem gelirse gelsin, Random Access Memory dolu olunca kompüter kitleniyor.

Aklım, içi sarı, beyaz, kuştüyü, atkılı, yumaklaşmış, tanelenmiş çeşit çeşit pamuklarla dolu bir yastık kılıfı gibi. İnsanları daha fazla anlamaya çalışırken daha fazla sorduğum sorular, daha fazla aklıma sığmıyor.

13 Temmuz 2012 Cuma

O gün şanssızdım. Taşı yere attıktan sonra bir an kendime çok sinirlendim, atar atmaz fark ettim ki geriye kalan el için beklediğim taşın bir tanesi yerdeydi ve oyunun sonlarına geldiğimiz noktada taşın diğer eşinin elime gelme olasılığı çok düşüktü. Tur, ben "biri açsa da şu el bitse" diye düşünürken bana doğru geliyordu. Yerden taş çekip çeker çekmez attığım anda başladı "ben şimdi bu oyunu neden oynuyorum yahu" hissi. Kazanamayacağım kesindi, mucize lazımdı kazanmam için. Masadakilerden biri oyundan aldığı zevkin günü kurtarmayacağını açıkça belli ederek "Acaba bundan sonra King mi oynasak?" dedi. Aslında yeni bir oyun oynayacak gücüm hiç yoktu, ama daha iyi bir seçeneğim de yoktu. Oyun tekrar bana döndü, yerden bir taş çektim çeker çekmez tekrar yere attım, boşa dönüyordum.

İşten çıktığımda elime telefonu aldım. İşaret parmağımı telefonun arkasına, başparmağımı da dokunmatik ekranının tam ortasına koyarak yüzük parmağımla kıçına vurmak suretiyle havada iki tur attırdım. Bu hareket evrene verilmiş bir düşünüyorum mesajıydı. Kovboyların düellodan önce ısınmak için yaptıkları silahı çekerek havada iki tur attırıp tekrar kılıfına sokma suretiyle yaptıkları hareketin karizmasının, bilinç altıma bıraktığı izlerden kaynaklandığını fark ettim bu yaptığım mantıksız hareketin. Etrafa baktığımda, bırakın bu hareketten etkilenmeyi üç telefonu havada çevirsem dönüp de bakmayacak bir kitle vardı. Alındım, bu akşam yaptığım bir hareketi veya söylediğim bir sözü birilerinin fark etme ihtimalini düşündüm çünkü. Telefonumu daha çıkartırken cebimden aynen geri koyacağımı biliyordum. King Crimson - I talk to the wind söylemeye başladım ıslık tonunda. Birkaç kişi saçma bir şeyler mırıldandığımı hissedince "deli mi acaba, deli gibi de giyinmemiş ama, deli değil de mal sanırım" bakışıyla beni süzdü, fark edildiğimi hissedince rahatladım, bu günü de kurtardık diye. Eve gittim ve on dört saat süren delikli bir uykuya daldım.

Bir gün sonra "Bundan sonra yepyeni bir oyuna  başlamak ister misin?" sorusu geldi. Sınırlı bir zaman içinde cevap vermem bekleniyordu. Benimse aslında yeni bir oyuna başlayacak gücüm hiç yoktu. O günün akşamında telefonu elime aldım, birkaç turdan sonra ait olduğu yere tekrar dönüş yapan telefonun bana anlatmaya çalıştığı bir şey vardı; hamle sırası her bana geldiğinde, anlamsız bir el geçirdiğim bir döngüye girmiştim. Ben galiba gerçekten boşa dönüyordum, ve bir sonraki oyun için verdiğim cevap...


29 Haziran 2012 Cuma

"Üffff" dedi, bozuldum çünkü neredeyse aynı benzerlikteki cümlelere bir kaç gün önce katıla katıla gülmüştü. Bir insan tutarlı olmasına rağmen aynı olaylara farklı tepkiler verebilir, bunu söylüyorum çünkü onun asla tutarsız biri olduğunu düşünmedim. Ama karşıdakinin hareketlerini önceden tahmin edebilmenin verdiği rahatlığı yaşamak isterim, bu nedenle aynı cümlelere iki farklı zamanda iki farklı tepki almak can sıkıcıydı. Bunu yapma nedenini anlamış olmanın iç huzuru içerisindeyim şimdi, çünkü o bir "arttırıcıydı".

Arttırıcı, toplu ortamlarda hem genel hem bireysel çıkarlar için duyguları arttıran kişidir. Şöyle örnekleyelim, muhabbetimizde 3 kişi olsun: anlatıcı, dinleyici ve arttırıcı. Arttırıcının görevi burada dinleyicinin hislerini önceden tahmin ederek sonrasında abartarak anlatıcıya yansıtmaktır. Sonuçları şöyle gözlemleyebiliriz; dinleyici mutlu olur, onun hisleri paylaşıldığı için arttırıcıya sevgi besler ve yalnız olmadığı için keyiflenir. Arttırıcı, anlatıcının konuşmasından komisyon alan kişidir. Tabi bu eleştirilecek bir durum değildir, sadece anlatıcıya zarar verme ihtimali vardır. Anlatıcının bir, dinleyicinin beş kişi olduğu bir muhabbeti düşünün. Arttırıcı tek bir "üff" ile kendisi dahil altı kişiyi keyiflendirip fayda sağlayabilir. Bu durumda yapılan hareket toplum yararınadır diyebiliriz. Tabi ki arttırma işlemi sadece özgüveni en üst düzeydeki kişiler tarafından hayata geçirilebilinir. Bunun nedeni de "kaldıraç etkisi"dir (bkz: kaldıraç etkisi). Eğer topluluğun genel hissini yansıtabilirse büyük kazanır, yansıtamazsa büyük kaybeder ama dinleyicinin iki tarafa da meyli olan durumlarda verdiği tepki ile diğerlerinin düşüncelerini etkileyebileceğinden ters köşeye yatmadığı sürece kazanır. "Üffff" dediği anda yanındaki insanı düşündüm, yüzünde küçümser bir ifade vardı; gülmekten yerlere yatarken yanındaki insanları düşündüm, onun kadar olmasa da gülüyorlardı. Tepkileri anlatıcıya göre değil, dinleyiciye göre yapmak tutarlı bir harekettir.

Arttırıcının olduğu yerlerde anlatıcının rezil olmaması veya kötü hissetmemesi için, dinleyicilerin hislerini doğru tahmin etmesi ve arttırıcıyı önce kendi tarafına çekmesi gerekir sanırım. Ama diğer taraftan en güzel muhabbetler de, anlatıcı ve arttırıcının takım olduğu ve birlikte hareket ettiği muhabbetlerdir, keyfine doyum olmaz...

24 Haziran 2012 Pazar

Kendimi herkesin uyum sağlayabileceği bir konu açma gereği içinde hissediyordum. İnsanların benim konuştuğum şeylere ihtiyacı olmadığını fark etmem gerekiyordu zaten hayatımın bir yerinde. Gerçekten ihtiyaç olan, herkesin tatsız olduğu, kimsenin yeni bir konu açma ihtimalinin olmadığı durumda bile konuşmama ve yeni bir konu açmam ihtiyacı yok kimsenin. Bana "E konuşacak bir şeyimiz yok, belliydi böyle olacağımız" dedi, dedim ki "insanın konuşacak bir şeyi olmamasının tek bir nedeni anlatmak istememesi olabilir, başka bir neden olduğunu zannetmiyorum" dedim. İnanmadı tabi, veya da ne fark eder ki diye düşünmüş olabilir, sonuçta konuşacak bir şey yoksa nedenini kim umursar. Kabul etmek istemedim konuşacak bir şeylerim olmamasını, girdim bir yerlerden. Uzun zamandır yaptığım en güzel muhabbetlerden birini yaptım ondan sonra. Konuşacak ne çok şey varmış...

Ama şimdi işler farklı, herkes burada, konuşacak konu çok ama konuşulacak hiçbir şey yok. Sadece konu açmak istemediğim için susarsam ne oldu diye sorarlar, çünkü susmam ben normalde. Bir arkadaşımın "ağız ishalisin sen" demişliği bile vardır. Yardıma ihtiyacı olmayan kişilere yardım etmeye çalışmak saçmadır. Kimsenin yardımıma ihtiyacı yok, bu güzel. Kimsenin varlığıma da ihtiyacı olmadığı anda ise, kötü.

Neyse ki her şey güzel...

21 Haziran 2012 Perşembe

"Olmaz" dedi ve ben buna hiç şaşırmadım. Saçma bir neden de sundu, sırf bir neden sunmuş olmak için. Ben çok daha iyi nedenleri önceden biliyordum zaten. O yüzden çok da kurcalamadım. Benden önce aynı soruyu başka şekillerde başka yerlerde soran herkese de "Olmaz" dediğini tahmin edebiliyordum, çünkü o bir olmazcıydı, tarz meselesiydi yani. Bence şu hayatta yapılmış en mucizevi veheyecan verici makina saattir. Her gördüğünde insanı şaşırtabilir, iki kere baktığında aynı şeyi göstermez çünkü. Diyelim ki aynı şeyi görmek için her gün aynı zamanda saatine baktın -kimse bakmaz aslında ya benim boş zamanlarımda bunu yapmışlığım var itiraf ediyorum- ve aynı saati tekrar gördün. Öyle olunca tam  aynı şekli gösterdi gibi hissediyorsun ama üzerinden o kadar zaman geçmiş oluyor ki sanki böyle yeniymiş gibi, sanki saatim tam da oraya ilk kez gelmiş gibi ve bir daha asla akrep, yelkovan ve saniye göstergeci (ezikliğine üzülmüşümdür hep saniye göstergecinin, sadece saniyeyi gösteren bir saatim olsun istedim hep, soranlara sadece önümüzdeki dakikaya 20 saniye kaldı diyebileceğim bir saatim) tam bu şekilde duramayacakmış gibi. Zaman hep ileri hareket eder derler, bu gerçekte hep doğru değildir. Gerçekte, olmazcılar için zaman saat gibi ilerler. Kendileri değişsin ama aslında dünya hiç değişmesin isterler olmazcılar. Sürekli ilerlediğini aslında sizin de onun gibi ilerleyebileceğinizi anlatırlar sizlere. Zaman ciddi bir kavramdır dostum, nasıl ki bir saat asla yanlış vakti göstermemeli ise olmazcı da yanlış yapmamalıdır. Yapsa bile basit bir ayarlama gerekir düzeltmek için herşeyi ve kaldığı yerden hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Etrafındaki insanlar hayranlıkla izlerler olmazcıyı, tik tak tik tak tik tak... Zamanı öğrenmek için saate bakmak veya saati sormakla, yapman gerekenleri öğrenmek için insanların onayına bakmak veya onayını sormak çok benzer hareketlerdir. Gerçekten kaybolmamışssan saatin kaç olduğu hakkında hep bir fikrin vardır ama her zaman kesin olmasını istersin, sorarsın o yüzden cevabını bildiğin soruları. Bu yüzden hep tekdüzedir işte olmazcının hayatı, çok büyük değişiklik olmaz ama hep kıskanılır bir taraftan. Çünkü güçlü ve istikrarlıdır, hep ilerler bir de. Kıskanır da olmacı kıskanıldığı gibi, kıskanmasının nedeni yanlışa tahamülü olmamasıdır. Şimdi kalkıp bana, "Olmaz" dese ve olmasa zaten dert yok, olmamasının en ufak bir ihtimali varsa zaten asla "Olur" demez, ama ya "Olur" derse ve gerçekten olursa! İşte bunu kıskanır, çünkü onun tam yirmidört saat sonra nerede olacağı bellidir, herkesin de belli olsun ister. Saatin sayılardan oluşması çok üzücü gelir bana, keşke saati mühendisler değil de psikologlar bulmuş olsalardı, bu kadar acımasız olmazlardı en azından zamana karşı. bir de keşke ben psikolog olabilseydim. Bir olmazcı bana gelip aslında neler neler yapmak istediğini ama nelerin neden olmayacağını uzun uzun anlatsaydı. Çekmecemden bir tane sadece saniye göstergeci olan bir saat çıkarıp koluna takardım ve "Her olmaz diye düşündüğünde bu saniyeye göstergecine bak, şimdiki zamanın sadece dönüp durduğunu göreceksin" derdim.

20 Haziran 2012 Çarşamba

İstemek ve aramak arasındaki bağlantı, her zaman gözle görülebilir değildir. "İnsan ne ister?" ve "İnsan en arar?" gibi iki ağır sorunun üzerinde yorum yapacak kadar bilgim veya fikrim yok, ama bu soruların arasındaki benzerliği görebiliyorum. Bir kişi bana "Aramıyorum ama istiyorum" dedi çünkü. Ufak ve rahatsız edici bir gülümseme belirdi yüzümde en başta, çünkü ilk anladığım anlam çok basitti "fikir var, eylem yok" demekti bu cümle. Düşünülen her şeyin gerçekten var olduğuna inanmam aslında, bu konuda Descartes ile pek anlaştığımız söylenemez. Ama bu noktada durum farklı, insanın kendi eylemlerine, kendi isteklerinin yaptığı etkiden bahsediyoruz. Bir insan gerçekten bir şeyi istiyorsa bu konuda eyleme geçmenin onun için bir seçim olduğundan emin değilim, hatta bir tahmin yürütecek olsam "olmadığını" söylerdim. Bu nedenle "fikir var, eylem yok" durumu, istemek-aramak ikilisi için sadece bir yanılgı olabilir. Aslında isteklerine yönelik eylemler yaptığının farkında olmayan bir insanın yanılgısı diyebiliriz. İşte bu yüzden karşımdakini benden bir kaç saatliğine iğrendirecek o gülüş yüzümde belirdi. Kişinin insan ilişkilerini, karşısındakinin söyledikleri hakkında aklından ilk anda geçenler belirler galiba, hiçkimse benden iğrensin istemem. Bir yazı geldi aklıma. Evet, ben bir manyağım ve aradım buldum yazıyı, "... insanın yaptığı tek şey aramaktır. Yüzerek okyanusları geçiyor, bu yolda ölümü göze alıyor, ama onu gerçekten bulmaktan da inanın çok korkuyor. Onu bulunca arayacağı başka bir şeyin kalmayacağını hissetmektedir çünkü... İnsan aradığını bulduktan sonra nereye gidecek?" (Yeraltından Notlar, Dostoyevski). Hiç sevmem alıntı yapmayı, hele de klişe bir fikir ise, başkalarının düşüncelerini benim kafamın içerisinden geçirmeden yazmaktır çünkü alıntı yapmak, yazılmışı tekrarlamaktır. Ama direkt "aramak her zaman bir korku barındırır" deseydim kimse bana inanmazdı. Bırakın aramanın kendisini fikri bile korkunçtur. Bu yüzden hepiniz "istersiniz ama aramazsınız", haklısınız da. Düşünceleri, hayalleri, rüyaları ve istekleri mantıkla açıklamak zorunda değilsiniz, bu bir çizgifilme "çok mantıksız" demek gibidir. Diğer taraftan, eylemler için bu kadar yumuşak değildir insanlar, ki ben hiç değilimdir. Eylemler mantıkla açıklanmalı. Sosyal bozukluğun en önemli göstergelerinden bir tanesinin, "istemek" eylemine "neden" sorusunu sormak olduğunu düşünürüm hep. "Neden mantı istiyorsun?", "E canım istedi.", "Ama yani neden, bir nedeni yok mu?". Ben vereyim cevabı, "Yok, olması da gerekmiyor zaten". Çünkü mantıkla açıklanamayan bir şeyler olmalı hayatta, her şey mantıkla açıklansaydı hayat çok çirkin, basit ve anlamsız olmaz mıydı? İnsan özgürce hayal kurmalı, istemeli. Anladım sonra "Aramıyorum ama istiyorum" derken  içten içe ne kastedildiğini, "Her şeyi mantıkla açıklamak zorunda mıyım yahu? Çünkü arama eylemini gerçekleştirmiyorsam, sadece istemek eylemi yaparak "neden" sorusundan kaçabiliyorum, lütfen bana aslında aradığımı da göstermeye çalışma, bunu öğrenirsem mutlu olmayacağım". Şimdiki düşündüklerimi düşünmüş olsam "Korkma" derdim "Sen zaten mutsuzsun"... 


19 Haziran 2012 Salı

Uzun zaman önce çok beğenerek dinlediğim bir hikaye vardı, paylaşmak isterim...

Geçmiş zamanda Belçika'da doğup büyümüş genç bir adam varmış, "Long" derlermiş ismine, onurlu, zeki ve mert bir adammış. Kamyoncuymuş, komyoncu olmayı seçmiş mi yoksa zorla mı olmuş bilinmez ama mesleğini çok sevmiş. çünkü zaten aynı yerde 1-2 gün kaldıktan sonra dayanamaz kaçmak istermiş. Kamyonuna binip dünyanın heryerini gezmek tek mutluğuymuş, hayatını bu şekilde geçirmekten başka bir düşünce aklından hiç geçmemiş. Ta ki...

Suriye tarafına bırakması gereken bir yükü götürürken güneydoğu anadolu bölgesinde bir köye uğramış yolu. Su içmek için çeşmenin başına gittiğinde orada Hicle'yi görmüş. Bir süre seyretmiş öyle, hayran olmuş. Sevmek, aşık olmak, beğenmek, hoşlanmak... Bir çok kelime var ilk görüşte yaşanan o duygu için ama Long hayran olmuş. Yani oracıkta kızın haberi bile olmadan bütün ömrünü onu izleyerek geçirebilirmiş. Hayranlık bir platoniklik taşır ya, belkide o yüzden. Ama sonra, kız dönüp ona bakmış, gözgöze gelmişler, hissetmiş ikisi de, yaklaşmış kıza doğru ve konuşmadan anlaşmışlar sanki. Long bir süre köy etrafında kalmış gidememiş ama aldığı işi yarıda bırakamazmış. Gitmesi gerektiğini son bir kez taşıdığı malları bırakacağını ve sonrasında sonsuza kadar orada kalacağını anlatmış, yola çıkmış.

Hicle'nin ailesi durumu farketmiş, bir kaç gün içinde düğün dernek kurulmuş, evlendirme kararı alınmış. Long döndüğünde düğünle karşılaşmış, içinde karşı konulamaz bir acı hissetmiş, yanmış. tam dönüp yoluna gidecekken gözgöze gelmişler yine, anlamış Hicle'nin bu evliliği istemediğini. Bir fırsat bulup kamyona atlamışlar, kaçmaya başlamışlar, Hiclenin ailesi arkalarına düşmüş. Hatırlamadıkları kadar yol almışlar güneye doğru, ölümleri pahasına. Sonunda kamyonun onları yarı yolda bıraktığı yer bir çölün ortası olmuş. İnip koşarak devam etmişler. Bir yerden sonra kumların arasında iki sevgili gözden kaybolup gitmişler, sonsuz ölümlerine doğru.

İşte o gün bu gündür bütün kamyonların, tırların arkasında bu iki aşığın anısına "long ve hicle" yazarmış...

18 Haziran 2012 Pazartesi


Karşıdakini eleştirirken kullanabileceğin birbirinden farklı 3 kişi vardır. 

"Ben" vardır öncelikle, "Ben daha önce ... yapmıştım" gibi, kendi başından geçen deneyimleri anlatır. Karşıdakini kendine benzeterek aslında ne kadar değer verdiğini göstermeye çalışır ve aslında eleştirdiği şeyin aslında normal olduğunu, kendisi dahil herkesin yaptığını ama sonuçlarının iyi olmayabileceğini örneklerle gösterir. Zordur böyle eleştirmek, çok şey yaşamış olmanız veya çok iyi hikaye uydurabiliyor olmanız gerekir ki her konuda bu şekilde bir örnek bulabilesiniz. Kötü tarafı, eleştirdiğiniz kişi çok nadir dinler sizi böyle konuşurken, üzerine alınmaz, bir yerde "banane yahu" diyerek kaçacak zannedersiniz. O yüzden "parent to child" olunca anlamsızlaşan bir oyundur, "adult to adult" olarak çalışması gerekir, eleştirinin doğasına aykırıdır bu nedenle, (adult, parent, child ilişkilerini için öğrenmek  için http://www.ericberne.com/transactional_analysis_description.htm).

"Sen" en çok başvurulan eleştiri yöntemidir, çünkü "Ben"in aksine tam bir eleştiri silahıdır, acımasızdır. "Sen hep .... yapıyorsun" gibi örnek verilebilinir. Gizli anlam taşır, "Sen yapıyorsun" demek temelde "Ben yapmıyorum" anlamı da taşır. "Bencilsin" derken, "oysa ki ben öyle değilim" de demiş olursun. İnsanı kendisine yöneltilen eleştirinin tartışılamaz derecede net olduğuna, anormal bir hareket veya kişilik özelliği olduğuna ikna edilir ve en kötüsü de meselenin çözümü hiç önemli değildir. En güzel tarafı karşıdakinin mesajı net bir şekilde alması ve kabullenmesidir, Ayrıca "parent to child" çok rahat oynanılabilinir. 

Son olarak "O", yani "bir arkadaş", yani "Hakkı Amca'ların çocuğu" mesela, yani "bizim ofisteki bir kişilerden bazıları" gibi bir şeyler... Genellikle de belirsiz bir "O"dur bu. "Bazıları var, ... yapıyorlar, o yüzden onlardan bir cacık olmaz" şeklinde bir eleştiri. Kötü ve iyi taraflarını yazmak zor. Karşındakini hiç kimsenin yerine koyarsın, değersizleştirirsin, alınmasını sağlarsın ama alınırsa da "ne alakası var, ben senin için mi söyledim, bazıları böyle yapıyor diye anlatıyoruz" deme hakkını saklı tutarsın, cümleleri boğaza dizersin, savunmasız bırakırsın. Böylece hiçbir sorumluluk almadan eleştirmiş olursun. "O" ile eleştiri yapmak bence karşıdakini kaybetmeyi göze almaktır...

Özne, bir eleştiri yapılırken karşıdakinin kendisine vereceği kimliktir.
Ben, Sen, O
İyi, Kötü, Çirkin...

17 Haziran 2012 Pazar

"Kendini değerlendir" dedi bana, dedim ki "Sen değerlendirmeyecek miydin?". Bazı eleştiriyorlar beni, neymiş efendim kelimelere çok takılıyormuşum, anlamlar o kadar da gözle görülür değilmiş, kelimeleri çarptırıyormuşum. Mesela "Olmadı yar, Su testisine dolmadı yar" derken şair "testis" demek istemiyormuş Aslında orada "testi" deniyormuş. İnsanın anladığı leş gibi olsa bile anlatılandan önemli değil midir. Ben inerim kelimenin köküne arkadaş, ben herşeyin köküne inerim, bilirim ki görünen şeyler zaten çözmek için basittir. Yok basit de yaşanır şu hayat da ne keyfi var ki yani. Al sana kelime bak, "değerlendirmek". değ(mek)->değer->değerlen(mek)->değerlendir(mek). Birisi sana "değerlendir" dediğinde bu akış nasıl geçmez ki aklından. Çünkü kelimenin sonu "konu hakkında genel bişeyler anlat" anlamına gelirken, kökü "konuyu daha değerli hale getirecek bir şeyler söyle, daha doğrusu bu konunun değeri nedir, ederi nedir onu söyle sen kısadan bize" anlamı taşımıyor mu? Değeri nedir? "Abi bu paraya ne alınır" gibi bir soru bu. Kaç para eder, ne kadar anlamı var, kim konu için neyinden vazgeçer, o değil de biz bu konuyu neden konuşuyoruz, anlat işte. Aklıma geldi şimdi, biri çok küçükken sormuştu bana şu klişe soruyu "Bir zamanlar insanlar amerika kıtasının olduğunu bilmiyorlardı, o zamanlar amerika kıtası desen kimse bişey anlamazdı, peki sence gerçekten o dönemde bu kıta var mıydı, yok muydu?", cevap mantıksal olarak "evet vardı", ama duygusal olarak herkesin içinden bir hayır geçer. zaten geçmiyor olsa, bu soru o duyguyu hissettirmese böyle bir klişeye dönüşmezdi. Değerlendirmek de öyle geliyor bana işte, "Bir değer vardır mutlaka ama ben bilmiyorum, anlat bakalım", yani değerlendirme isteği yapıldığında kimsenin bilmediği amerika kıtası gibidir konunun değeri, var ama yok. "Kendini değerlendir" dedikten sonra sanki ona hiç görmediği bir kıtayı anlatacakmışım gibi gözümün içine bakmaya başladı. Kendine değer biçmek ne demek yahu? "var ve yok" sorunun cevabı bu kadar saçma işte. hadi düzgün bir cevap verecek olsam, "Ben benim için dünyanın en değerli adamıyım ve ben bana göre dünyanın en değersiz adamıyım", işte aslında böyle düşünüyorum. Ama ben de saf değilim biliyorum sorunun bu olmadığını. ben de kendimi değerlendirdim, değerli bütün yönlerimi anlattım, değersiz olan taraflarıma bahaneler buldum, açıkladım, çok konuştum. en sonunda "mhh, dedi o kadar da değerli değilmişsin.", "Baştan bunu söyleseydin şu anda acı çekmiyor olurdum" dedim...

2 Aralık 2010 Perşembe

Peki ya mutluyken, ya hiçbir şeyi dert etmeyecek ve umursamayacak kadar mutluyken. ne yapmalı o zamanlarda?

22 Kasım 2010 Pazartesi

Zaman toparlanıyor yanlızken. Toparlanıp, birleşip şimdi oluyor. Tüm zamanlar birleşince, bir anlık yanlızlığıma ağır geliyor. Müzik zamanı bölüyor. Zaman bölününce geçmiş, şimdi ve gelecek beliriyor. Sonra sesler şimdiyi alıyor, geçmiş ve gelecekten azad ediyor. Yanlızlığı zamana yayıyor, önemsenmez, umursanmaz, zarar getirmez ediyor. Müzik karanlığıma ses oluyor. Önce geçmişi düşünerek bu günü öldürmemi engelliyor, sonra geleceğim için bu günü feda etme hakkımı elimden alıyor.
Ve tam da şimdi kulağımdan sızan sesler, geçmiş ve gelecek tarafından terkedilmiş zamanımın yanlızlığı oluyor...

2 Kasım 2010 Salı

Bir fikir insanın aklına şarapnel parçası gibi saplanıyorsa, iki yol vardır ya bırakırsın kafanda o şarapneli ya da çıkarır atarsın. Yerinden çıkartırsan çok kan akar, kanı görürsün, en büyük korku ölüm gibi açık gelir, tam kafanın içinden. Çıkartmazsan göz görmez, sen bilirsin acıyı, acı geçer hemen, ama o zaman fikir zehirdir, yavaş yavaş yayılır. Herşeyi aradan çıkartıp korkularınla cesurca yüzleşmeye sıra geldiğinde, en kötü korkundan başlarsın. Beş yaşında bir çocuğun her gece yattığı salon kanepesinin yanınki, arka bahçeye bakan pencereden gördüğü karanlıktaki yapraksız ağacın verdiği korku gibi. Korktuğunun üzerine ancak korkacak bişey kalmadığı zaman gidebilirmişsin. Karanlık korkunu yenebilmek için karanlığın içine girmeye aydınlıkta karar verdiğin gibi. Bilerek gitmek istersin çünkü bilirsin ki bir gece sonra uyurken tekrar göreceksin karanlıktaki o ağacı. Hangi korkunun bir daha gerçek olmayacağına inanabilirsin ki. Korkunu yenme fikri aklına bir kez şarapnel parçası gibi saplandığında, iki yol var ya bırakırsın kafanda ya da çıkarır atarsın.

Şimdi gelip saplansa aklına uçurumdan atlama fikri, tam da kenarına gelsen uçurumun, atlayamazsın, birinin seni atmasını istersin, kimseye beni at diyemezsin, kimse seni atmaz, uçurumun kenarında öylece kalırsın ve sorarlar sana "neden uçurumun kenarına geçtin" diye. Korktuğun şeyi yenmek için atlamaya değer mi, sırf atladığında da yaşadığını gösterebilmek için atlar mısın? Atlarsan yerin yaklaştığını görürsün, yere çarptığında akan kanı görürsün, yaşamın tatlı yüzünü görürsün, atlamazsan döner gidersin, güzel ve mutlu bir hayatın vardır, uçurumun varlığı düşeceğin anlamına gelmez, ama her an kendine "düşersem yaşayabilir miyim?" sorunu sormadan duramazsın. Çünkü daha önce düşmüş ve ölümü görmüşsündür.

Ne atlayacak cesaretim var, ne unutacak gücüm. Durağan yapıyor bu beni. Ne yürüyen ne de duran, sadece durağan işte. Olduğum yeri sevmiyorum ama olmadığım yerde olmamayı seviyorum. Olduğum şeyi de sevmiyorum ama olmadığım şeyi olmamayı seviyorum.

Geceleri uyumadan hemen önce hayallerimde atlayacağım, sabahları uyandığımda yalanlarımda unutacağım korkumu belli ki. Bir kere daha o uçurumdan düşersem, kurtulmaya çalışmam çünkü, kendimi onun kucağınaa bırakırım. Zaten uçurumdan düşeceksem, elimden tutup kurtaracak kimse de kalmamış demektir. Huzurla ölürüm.

Biri uçurumun tam kenarındayken elimi tutsa, dese ki "kalk gidelim, burası soğuk, gideceğimiz yer sıcak buradan, uçurumdan düşemezsin gideceğimiz yerde". Desem ki ben de "nasıl olur, uçurum her yerde, uçurum benim içimde" ve alayla gülsem.

Belki bana der ki "Bak etrafına o zaman, ben varım, biz varız, artık uçurumdan düşemezsin çünkü biz zaten uçurumun en dibinde hep beraberiz, farketmiyor musun, düştün ve yaşıyorsun..."

unuturum en büyük korkumu, kanım donar, zehirim arınır, mutlanırım...

23 Ekim 2010 Cumartesi

son ses sarhoş olmak ne de güzelmiş. bağırmak ve mutlu olmak,
delilik,
güven,
yanlızlık,
alkolden karıncalanan dudaklarım,
özgürlük,

ve Ankara...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Çözüm, kişinin aklıyla, sorunun kendisi arasında oynanan bir oyundur. Oyunun galibi ise "zamanla" ölçülür. Her soru çözülür, önemli olan yeterli zamanda çözmektir. Kişi tarafından çözümü bulunamayan her soru çözümsüz zannedilmez ama henüz çözülemediği bilinir. Kişi ancak çözümü öğrendikten sonra farkeder: anlayabileceği kadar basit olan bir çözümü bulamamışsa, bu zaafıdır; eğer çözümü bilmesine rağmen inatla yanlış yollardan giderek çözmeye çalışmışsa, bu onun yanlışıdır; ama eğer soruyu çözmeye hazır değildiyse, bu onun küçüklüğüdür. Soru karşısında küçük kalan insanın çözüm için henüz öğrenmesi gereken bilgi ve öğrenebilmesi için ihtiyacı olan bir müddet zaman var demektir. Zaman bu oyunda soru tarafının en büyük kozudur.

Bilgi, her sorunun çözümü değildir elbette. Akılla yoğurulmadıkça işlevsizdir, uygulamaya geçmedikçe yararsızdır. Ama bilisiz yapılan uygulama da, akıl yürütme de çözüm getirmez, sanı getirir. Sanmanın, yani bişeyleri zannetmenin, zararından başka birşeyi görülmemiştir ki.

Soruların büyük güçlerinden bir diğeri de insana ait değerlerinin olmamasıdır. Eğer kişi kendi aklının kendisine koyduğu kurallar dahilinde çözüme ulaşamıyorsa, ya kendisi olmaktan vazgeçip soruyu çözecek, ya da kendisi olmayı seçip herşeye rağmen çözüm aramaya devam edecektir. Kaybedilen zaman arttıkça vazgeçilen değerler artacaktır.

Bir fıkra var çocukluğumdan hatırladığım, çok severdim: Deli bir bilim adamı kendi tasarladığı bir deney için, biri kimya, biri fizik ve biri matematik üzerine uzman olan üç meslektaşını kaçırmış. Bilimadamlarının her birini, karanlık ve heryanı kapalı odalara hapsetmiş. İçeriye sadece bir ay yetecek kadar ve kapaklarının açılması çok zor olan konserve yiyecekler, ayrıca olabildiğince aydınlanmaları için bolca kibrit ve konserveleri açmada neredeyse hiç işe yaramayan birer bıçak bırakmış. Bir ay boyunca bilimadamlarını bu odalarda bırakmış ve ay sonunda kontrol etmeye gelmiş. Önce kimyacıya bakmış, kimyacı bıçakla konservelerin üzerindeki yanıcı maddeyi çıkarıp bir taraftan kibritlerin ucundaki patlayıcı-yanıcı maddeyi ve konsevelerdeki hava basıncını kullanarak bir şekilde bir patlama yaratmayı ve duvarda bir delik açmayı başarmış, kaçmış. Fizikçiyi bitkin halde odasında bulmuş, konservelerin belli bir açıyla duvara fırlatıldığında açıldığını farketmiş ve bir ay boyunca odada yaşamayı başarmış. en son matematikçinin odasına girmiş ve matematikçiyi yerde kanlar içinde, bıçaklanmış bulmuş. Duvarda kibrit ucuyla yazılmış şu yazılar varmış: "teorem: ay sonuna kadar ölmeyeceğim <-> konserveleri açmanın veya kaçmanın bir yolunu bulacağım , ispat: farzedelim ki öldüm..."

Belki çok saçma bu fıkra ama sorulara bulduğun çözüm sadece akıl etmenle değil, bilginle, uygulama cesaretinle ve özellikle de kim olduğunla alakalıdır.

Her kapı bir sorudur. Ve eğer açamadıysan kapıyı...

3 Ağustos 2010 Salı

"Artık özgürüm" dedim kendi kendime. Çok saçma geldi sonra bunu söylemek, özgürlük kelimesi anlamsız geldi. Ne farkı vardı ki yeni özgürlüğümün eskisinden, bu içten gelen cümle nasıl ağzımdan çıktı. Önce özgürlüğün istediğim herşeyi yapabilecek olmanın verdiği his olduğunu düşündüm. İstediğim ve yapamadığım bişeyler de yoktu oysaki. Özgürlüğün ne olduğunu anlamak için hapiste yatan bir insanı, kendimle karşılaştırdım. Aramızda ne benzerlik var da o özgürlüğünü dört duvar arasında beklerken ben "artık özgürüm" diyebiliyorum.

Özgürlük bir bakış açısıyla yapabileceklerinin kısıtlanmasıdır. Şu durumda hapisteki adamın özgür olmamasının sebebi dışarıya istediği gibi çıkamıyor olmasıdır. Burada insanı hapis eden dört duvarın varlığı kadar dışarının varlığıdır aslında. Yani hapishanede doğmuş olan bir çocuk, dışarının varlığını öğrendiği güne kadar özgürdür, dışarıya çıkmayı istediği ilk gün esareti başlar. Bu demek oluyor ki her insan esaret altında ama henüz bunun farkına varmamış olabilir. Özgürlük eğer fiziksel olsaydı, ben hep özgür bir insan olurdum. Ama ben özgür değildim...

Aslında bir bakış açısıyla da özgürlük sorumlulukların olmamasıdır. Bunu düşünerek "artık özgürüm" demiş olabilirim. Ama sorumluluklar bir insanı esir yapsaydı her insan tutsak olurdu. Ayrıca hapisteki adamın dışarıya çıkmamak dışında ne gibi bir sorumluluğu var. Sorumluluk etkiliyse bile dolaylı bir etkisi olmalı...

Bildiğim herşeyi düşündüğümde şunu farkettim ki, esaret bir şeyi düşünmeden duramamaktır. Hapisteki kişinin özgür olmamasının sebebi her gün saatlerce hapiste olduğunu ve dışarının nasıl olduğunu düşünmesidir. Dışarıyı hiç düşünmeyen veya dışarıda olmayı zaten istemeyen hapisteki bir kişi özgür müdür, tutsak mıdır? Bence özgürdür.

Ne sorumluluklarımdı beni esir eden ne de dört duvar, düşüncelerimdi. Hergün aynı şeyleri saatlerce ve saatlerce, düşünmek istemememe rağmen, tekrar tekrar düşünmekti. Meğer özgürlük insanın istediği şeyleri düşünebilmesiymiş...

ve ben "Artık özgürüm"


2 Ağustos 2010 Pazartesi

Acı çekmek ve mutsuzluk ayrı şeylermiş. Hep birbiriyle bağlantılı gibi gelirdi, çünkü mutsuzluk bana içsel bir acı verirdi. Oysa acı güzelmiş, insana dair olan en önemli duygulardan biriymiş, kaçmak anlamsızmış. İçten gelen, fiziksel olmayan acılar yaşamaya değermiş, anlamlıymış. Belki "shawshank redemption" da hapisden kaçmaya çalışırken, hergün milim milim kazılan duvarın sonunun nereye varacağının bilinmemesine rağmen verdiği özgürlük umuduyla gelen acı gibi bişeyler. Mutsuzluk vermez ki umut, gelecek için herşeyin güzel olabileceğine dair fikir, geçmişten geleceğe birşeyleri değiştirme, değiştirebilme ihtimali... ama bunlar salt bir acı verirlermiş. En başta acı engellenmesi gereken, kaçılması gereken, canını yakan bir his gibi geliyormuş. ama sonra... Farkediliyormuş ki acı mutlu olmanın, daha iyi olmanın diyetidir.

Ve mutluluk takıntısı olan bir adamın acıyla mutlu olması olasıymış...

27 Temmuz 2010 Salı

İçten vuran her şey çok yıpratıcıdır. İç sancısı depremle yanardağa benzer. Bedenin tüm organlarını ya yıkar ya yakar. Dayanılamaz,önlenemez, kaçınılamaz. Üç olumsuzluk birleşince kişide akıl mı kalır? Direnirse yine kendiliğinden beden direnir. Doğanın onca yıkıma direnmesi gibi... Ve yıkılıp yakılanı ya onarır, kendine uydurur... Ya eksiği, noksanı kabullenir kendisi uyar.

22 Eylül 2009 Salı

Kucağımda kuzenim yarım saat kadar bağırarak ağladı... Çocuk işte...

Aslında herşey güzeldi. Gittik ailece yemek yedik, hem de adana'nın en güzel kebapçılarından birinde. Oyun parkına inmek istedi ama yağmur yağıyordu. Yine de götürdüm oraya kadar, gösterdim her yerin ıslak olduğunu ama ikna edemedim. Neyseki tanımadığım bir kişi kendi oğlunu ikna etmeye çalışıyordu. Bana inanmasa da yabancı bir kadının sözüne inanmamasının bir anlamı yoktu. O da kabullendi, ıslak salıncakta sallanamayacağını veya ıslak kaydıraktan kayamayacağını. Mantıklıydı çünkü...

Daha sadece yedi yaşında ama bir taraftan da tam yedi yaşında. Bilemem normalin ne olduğunu ama bu küçük kuzenimden yarım saat içinde çok şey öğrendim. Belki de öğrenmedim ama kendime bişeyleri ıspat ettim, kızı sesi kısılana kadar ağlatmak pahasına. Ama bu savaşı kaybedemezdim.

Önde amcam ve yengem, arkada ben, kardeşim, amcamın oğlu ve o vardı.
Israrla kardeşimin kucağına oturmak istedi ama kardeşim onu taşıyacak kadar güçlü değildi. Benim kucağıma gelmesi gerekiyordu. İşte herşey böyle başladı. kucağıma aldım ve bağırmaya başladı, "Seni istemiyorum, onu istiyorum" diye. Ağlarken her cümlesinin sonunu isteklerini belirterek bitiriyordu. İstekleri anne ve babası için birer emirdi ama benim için sadece bir çocuğun çırpınışları. Basit bir güç savaşı olacağını zannederken, yanıldığımı anladım. Bu kız birşeyi elde etmenin bütün yollarını biliyordu. En güçlü kozlarından birini sürdü "canım acıyor" diye bağırıyordu. Bir anne ve babanın bu lafa dayanması zordur ve ben çok tedirgindim bir anda bütün güç ona geçmek üzereydi; ama umduğu gibi olmadı. Ellerimi belinden söktüm ve canın yanmıor dedim. Kabul etmekten başka çaresi yoktu ama o daha zekiydi. Canının acıdığı yalanını, kullanılmış ve artık işe yaramayacak bir koz gibi geçiştirdi. Önümüzde daha yarım saatlik yol vardı ve herkesin başı şimdiden gürültüden ağırmıştı...

Yarım saat boyunca bitip tükenene kadar ağladı. Ona sürekli ağlayarak her istediğini yaptıramayacağını söylüyordum. Daha çok ağlaması için kızıştırıyordum. Eve ulaştığımızda ben kazanmıştım. Zaferimizi abisi ben ve kardeşim zıplayarak ve yol ortasında bağırarak kutladık... Bana nefretle bakıyordu çünkü ben güçlüydüm ve o kendi annesinden ve babasından güçlü olsa bile benden daha güçsüzdü. Akşam evlerindeyken bi kaç kere daha ağlattım... Üstüne gülüyordum...

Beni uzun süre affetmez zannettim ama o sadece bir çocuktu. Bir kaç saat boyunca beni evden kovmaya çalıştıktan sonra gelip gidecek miyim kalacak mıyım diye sordu. Gidebileceğimi söyledim ama o kalmam için ısrar ediyordu. Yanağımdan bir kere öperse kalacağımı söyledim ve tereddütsüz yaptı. Bu kadar kolay mıydı yarım saat çığlıklar attığını unutmak diye geçirdim aklımdan.

Çok basit bir olaydı belki ama güç konusunda bana verilmiş önemli bir dersti. Çünkü ona "hayatta her istediğin olmaz" klişe dersini vermeye çalışırken, ben hayatın her istediğimizi vermemeyi nasıl becerdiği konusunda çok ciddi bir eğitim almıştım... Elde edemediğim tüm şeyler, isteyip de sahip olamadığım bütün mutluluklar geldi gözümün önüne ve hayata küstüğüm "git evimizden" dediğim anlar. Sonra bir çocuk gibi, olan herşeyi unutuşum ve hayata "bu gece burda kal" diyerek verdiğim küçük rüşvetler...

Her sabah uyanırken mutlu her gece uyurken mutsuz oluşum, biriktirdiğim ve ödemeye hazır olduğum rüşvetlerim ve elde edemeyecek olduğum şeyleri bilmenin derin acısı... Hepinize iyi geceler. Bekle beni sabah mutluluğu, geliyorum...

karşımda gökyüzü yarım saat boyunca bağırarak ağladı... hayat işte...

3 Mart 2009 Salı

Küçükken, yani 4–5 yaşlarında, hayatımın ilk oyuncaklarına yavaş yavaş sahip oluyordum. Her oyuncak benim için çok değerliydi, çünkü zaten az vardı. Hala hepsini hatırlarım o oyuncakların.

4 yaşına girdiğim gün amcam bana bir robot almıştı. Kumandalı araba şeklindeydi ama düğmesine bastığında araba robota dönüşüyordu ve arka tekerleriyle yola devam ediyordu. o gece mutluluktan uyuyamadım. Sabah uyandığımda bir aceleyle Cem'i arattırdım, gelsin de robotla oynayalım diye. Ben paylaşmayı gerçekten severdim, beraber oynayalım istemiştim. Cem geldi oynamaya başladık. Ama garip bir şeyler oldu, hayatımda ilk kez orada fark ettiğim bir şey, Cem robot kendisininmiş gibi davranmaya başladı. Bana oynatmıyordu ve oyunun gidişatına karar veriyordu. Mutsuzdum ve onun da mutsuz olmasını istedim, robotu bana vermesini artık oynamak istemediğimi söyledim. Sesim sakindi, bağırmamıştım, sadece istediğimi iletmiştim, benim olanı istiyordum. Robotu eline aldı, ayağa kalktı, "Al lan" dedi sadece robotu fırlattı. Annesinin yanına gitti, biraz sonra annem gelip beni sessiz ve gözüm yaşlı buldu. Hatırlıyorum ne diyeceğini bilememişti. Yenisini alırız falan dedi ama alamayacaklarını biliyordum. Birazdan Cem ve annesi kalkıp gittiler. Robot tamamen kırılmamıştı. Elimle araba şekline ve geri robot şekline getirip sürebiliyordum ama kumandası ondan sonra hiç çalışmadı, bozulmuştu...

Bazı şeyler öğrendim ama bazı şeyleri değiştiremedim. Ben hala paylaşmayı seviyorum. Ama paylaştığım şeyler nasıl oluyorsa bir anda bana ait olmaktan çıkıyor. Ben kafamı çevirdiğimde robotumla oynamak istiyorum, ama karşımdaki bana bunu vermeyi reddediyor. “Vereceksin” dediğimde fırlatıp rahatlıkla kendine ait olmayanı kırıyor. Bir çocuktan farksızım. Kendime ait oyuncaklarım olsun istiyorum. Kimsenin bilmediği kimsenin görmediği, sadece bana ait.

Oyuncaklarım çok olsaydı kırılmasına bu kadar üzülmezdim. Ama ben küçük bir dünyası olan küçük bir insanım ve kendime ait çok az şeyim var. Küçücük bir adamdan ne beklenir ki…

Paylaştığım her şeyimi geri isteyeceğim. Bütün kırıklara, hatta her şeyimi kaybetmeye hazırım. Yeter ki hayatım tekrar benim olsun, en baştan tekrar toparlarım her şeyi, zamanla… Toparladığım şeyleri tekrar paylaşırım sonra, ta ki yeni birileri bana sahip olana kadar…

Sonra tekrar isterim kendimi….

18 Eylül 2008 Perşembe

Yazmalı ya, tabi ki yazmalı...

Similasyon, bir şekilde bir durumu öngörmek için, o durumun sanal şartlarının oluşturulduğu sistemlerdir. Yani bir şeylerin "hayali"si gibi. Ortaokuldayken hayat üzerine düşündüğüm bir sırada bişey farkettim ki, herşeyi yaşamam mümkün değil. Yani bütün insan özelliklerini hayatımda test edemem. Bu yüzden bir çeşit similasyon geliştirmeye karar vermiştim. Şöyle ki o zamana kadarki hayatımdan 8 tane beni etkileyen, hayatımda önemli yeri olan olayı seçtim ve yaratmaya çalıştığım her yeni kişiliği bu similasyon yani bu sekiz olay üzerinden denedim. bu 8 olay şu anda belli eksiklikleri yüzünden 13e çıkmış durumda.

Anlatması zor, ama örnek verilebilir. Bir seferinde bir kişiyle tanışmıştım, garip biriydi, mutluydu, en azından mutsuz değildi, mutsuz olması için bir sebebi yoktu. Beni tanıyanlar mutluluk takıntımı bilirler sanırım, mutlu olmak zordur. Ama o beceriyordu... Onu tanımaya çalışıyordum, kişisel özelliklerini alıp, kendi kafamda onun bir kopyasını, yani ötekisini yaratıp, sonra o ötekiye kendi vücudumu ekleyip, nasıl bir hayatı olduğunu anlamak için similasyonu kullanacaktım.

Ve tanımaya başladım, konuştum, anlamaya çalıştım, sorunlardan problemlerden konular açtım, canını sıkan durumlar yarattım hatta ve özellikleri,yaptıklarını kaydettim kafama. Tabi ki kendine has bir kişiliği vardı ama temel nokta şuydu: "Takma ya"... Basit gibi görünüyor ama değil, takmıyordu, önemsemiyordu. Ve ben de takmayan bir çağlar yarattım kafamda, rahat olan, sorunlarla uğraşmayan, sadece geçiştiren ve canını hiçbir şeye sıkmayan... Ve bu çağları 13 farklı olay yada duruma tabi tutup, hayal ederek sonuçlarını gözlemledim...

Sonuçlar genelde başarısız olur. Tanıdığım üst düzey diyebileceğim insanlar bile bu 13 olayın 4-5 tanesinde çok kötü sonuçlar elde ederler. Bu 13 olay ve hangi kişiliklerin nasıl bir performans sergilediği benim kendi içimde özel bir sırdır. Ama bu "takma ya" durumunu yazmak istedim çünkü sonuçlar mükemmele yakındı. 13 testin tamamında harika sonuçlar elde ettim. Bütün durumlardan sorunsuz sıyrılabiliyordu. Benim için büyük bir şaşkınlık ve şoktu, çünkü mümkün değil zannediyordum...

Kafam çok karıştı, bütün olduğum kişiden vazgeçip, öyle olmayı düşünüyordum. Sonuçta ben 13 testi geçemiyordum, sürekli açıklar veriyordum ama o geçiyordu. Bu durum bir kaç gün sürdü, sonra anladım ki o kadar basit değilmiş...

"Takma ya" harika bir kelime ve bir durumu kafaya takmamak çok güzel birşey gibi ama değil. sadece bir çeşit "uyuşturucu". Derdin problemin varsa ilk anda alıyorsun, bütün problemlerin çözülüyor, istisnasız hepsi erteleniyor. Ama bu o kadar kolay bişey oluyor ve o kadar seni mutlu ediyor ki, bir daha ki sıkıntında tekrar alıyorsun bu uyuşturucudan, bir daha ve bir daha... Sonra bağımlılık yapıyor "Takma ya". Farkına bile varmadan hiçbir sorununu takmamaya başlıyorsun, hatta sorun çıkarma ihtimali olan hiçbir şeyi takmıyorsun. Öyle bir noktaya geliyor ki, etrafındaki insanlar kendilerini değersiz hissediyorlar çünkü sorun çıkarma ihtimalleri yüzünden onları da takmıyorsun, sürekli her konuda kararsız kalıyorsun (mesela olayların bir tanesinde oturduğun bir cafede yemek seçmen gerekiyor ama seçemiyorsun) çünkü seçimlerinin ve karalarının sonuçlarını takmıyorsun, sürekli "farketmez" demeye başlıyorsun, hayatta senin için değerli olan şeylerin her biri yavaş yavaş değersiz olmaya başlıyor çünkü değersiz şeylerin yanında değerli şeyleri takmayı da beceremiyorsun, sonunda yalnız ve mutsuz oluyorsun... Hatta öyle bir an geliyor ki, hiçbir şeye değer vermediğin hayatında, hayatın kendisini bile takmıyorsun...

Tanıdığım kişi henüz son aşamalara gelmemişti ama geleceğine eminim ve onun için üzülüyorum... Similasyon başarısız olmuştu, çünkü sürekli kısa vadedeki olayları ölçüyordu, o olayları tekrar tekrar yaşadığında iğrenç sonuçlar ortaya çıktı. Arkadaşıyla ilgili bir sorunu ilk seferde hemen çözdü ama altıncı yedinci seferde arkadaşı onu görmemek üzere uzaklaştı. Hiç bir uyuşturucu gerçek mutluluğu tattırmaz...

"Takma ya"yı bir süre de olsa istemeden daha doğrusu farkında olmadan denedim zararlarını görünce vazgeçtim kullanmaktan, alışkanlık yapmadan vazgeçmek istedim ama bazen canım istiyor... Sadece bazı şeyleri geride bırakıp gitmek istiyorum ama yapmıyorum, yapmamalıyım, kimse yapmamalı...

Çok öksürüyorum ve öksürüken canım çok yanıyor, bir taraftan geçsin istiyorum tüm acılarım bir anda, bir taraftan da nasıl geçireceğimi bilmediğim sürece acılarımın daha da büyüyerek geri geleceğini biliyorum...

22 Şubat 2008 Cuma

Tavuk çorbası mı? Nasıl yani....

Düşünen insanın içini kemiren, olayların göreceliliğidir bence. Kısaca şöyle ki "1 saat uzun bir zaman mıdır?". Soruya sadece soruyla cevap verilebilinir, "Neye göre uzun mudur?". O yüzdendir ki insan beyni zamanı düşünmek için basittir veya geometriyi. "1 metre uzun mudur?". Bir atoma göre devasa, evrene göreyse bir nokta. Peki ne üzerine düşünebiliriz veya düşüncelerimizim bizi ulaştırabileceği maksimum noktayı nasıl bulabiliriz?

Aslında buradan bir noktaya daha varabiliriz. Geometrinin veya zamanın ortak özelliğini düşünün. İki kavram da sonsuzdur. Sanırım biz sonsuzu hayal edemiyoruz. Beynimizde böyle bir fonksiyon olmayabilir, gayet normal. Ama kabul etmek gerekir ki sozsuz olmayan ve insanın düşünmesi gerekmesine rağmen, düşünmeyi beceremediği sorular vardır... Mesela "Hayatın anlamı nedir?" gibi....

Yunan döneminde, yani antik çağlarda, zengin bir adam varmış. O zamanın zengin aileleri genellikle çocuklarının felsefe müzik ve matematik eğitimi almalarını sağlarlarmış. Bizim kahraman da ciddi bir eğitim almış ve ciddi bir miktar parayla beraber güzel bir hayat sürmüş. Daha doğrusu sürmekteymiş ama yaşlanmış ve küçüklüğünden beri aklını kemiren bu soru artık dayanılmaz sancılı düşünme krizlerine yol açmaya başlamış; "Hayatın anlamı nedir?". Ve yola çıkmaya karar vermiş. Yanına sadece yetecek kadar para ve yiyecek alarak dünyayı dolaşmaya başlamış...

Nerden duydum bu hikayeyi bilmiyorum ama çok küçüktüm duyduğumda. Sanki okuyan kişi bu hikayenin üzerinde çok az durue gibi geldi hep, okusa bile unutur gibi. Kim aklındaki bir soru için hayatından vazgeçecek kadar cesurdur ki?

Nerde kalmıştık, dolaşmaya başlamış bizimkisi önce avrupaya yönlenmiş, doğudaki yeni başlayan savaşlar nedeniyle. Fransayı, İtalyayı, Germen diyarını ve bir çok şehri gezmiş, Sorusunu sormuş. Onu tatmin edecek bir cevap alamamış. Genelde din üzerineymiş cevaplar. İspanyada bilgin sayılan bir kişi, "Uzak diyarlarda bir bilgin olduğu söylenir oralara gidip aramalısın o bilgini, böyle bir soruyu ancak o cevaplar." der.... Ve yolcumuz ispanyadan afrikaya geçip, mısıra doğru yol alır...

Din ile cevap vermek. Nasıl bir sorunun cevabı inanç olabilir bilemiyorum. Çünkü vardığım bir yargı var ki "Ya aklındaki bütün soruların cevabı inancındır, ya da hiç bir sorunun cevabı inancın değildir." Arasının olması mantıklı gelmiyor. Yolcunun yerinde olsam ben de hayatın anlamını tanrıda aramazdım sanırım ama nerde aranır ki....

Yaklaştıkça bilginin ünü ve tanıyanı artıyormuş. Sonunda bilginin yerini öğrenmiş. bir dağın başında tek başına yaşıyormuş. Uzun ve tehlikeli bir yolu varmış. O kadar para teklif etmesine rağmen kimse onunla beraber gitmeyi veya yol göstermeyi kabul etmemiş. Sorunun onların dilinde nasıl sorulduğunu öğrenerek yola çıkmış. Karın buzun arasında koca dağda tam bir ay boyunca bilgini aramış ve en sonunda ufak kulübesini uzaktan seçebilmiş. Koşarak kulübeye ilerlemiş. İçeriye girmiş ve ezberlediği cümleleri sıralamış "Uzak yollardan geldim, sadece size bir soru sorabilmek için. Sorum şudur ki "Hayatın anlamı nedir" demiş. Bilgin düşünmeye başlamış, eli çenesinde. Tam bir gün boyunca aç susuz düşünmüş, yolcumuz da aynı şekilde karşısında cevabı beklemiş. En sonunda bilgin bir kelime söylemiş... Adam yüzü gülerek dağdan aşağı doğru koşar adım ilerleyerek ,uzun bir yoldan sonra, sonunda tekrar şehire ulaşmış ve bilginin söylediği sözün anlamını sormuş. tavuk çorbasıymış... bilgin hayatın anlamı tavuk çorbasıdır demiş...

Küçük bir ayrıntı tavuk çorbası insanın yaşamına devam edebilmesi için gerekli olan neredeyse bütün gerekli şeyleri barındırmaktadır. Ayrıca tavuk soğuk ve dağlık bölgelerde yaşayamaz. Yine de bu tavuk çorbasını bir cevap yapmaz, hele ki binlerce kilometre yol katetmiş bir yolcu için....

Adam bir kaç cümle daha öğrenip bikaç gün de dinlendikten sonra yine dağın yolunu tutmuş. Günlerce karlar içinnde süründükten sonra. bilgine ulaşmış yine ve demiş ki "Sen benimle dalga mı geçiyorsun. Hayatın anlamı hiç tavuk çorbası olur mu?" bilgin yine düşünmeye başlamış tam bir gün boyunca aç ve susuz.... Ve sonunda bir cümle söylemiş. adam cümleyi aklında tutmaya çalışarak tekrar şehirin yolunu tutmuş, şehire ulaştığında soğuktan hasta ve yaşlılıktan dermansız haldeymiş. Bayılmış, günlerce uyuduktan sonra, gözlerini açabilmiş. Başında bekleyen kişiye bilginin cümlesinin anlamını sormuş.... Ve başındaki adam bilginin sözlerini tercüme etmiş....

"Ne yani, şimdi hayatın anlamı tavuk çorbası değil mi?"

ve adam gözlerini kapatmış.... bir daha açmamak üzere.....

10 Kasım 2007 Cumartesi

Kim beni önce adaya kapatıp sonra pazarlık yapıp hayatımı mahfeden?

Adadayım, yalnız ve tek ihtiyacı beslenmek olan bir adam. Ve bir kişi bana soruyor: "Sana bu adada beslenmen için iki yol sunuyorum. Birincisi sınırsız domates veririm sana, istediğin kadar yersin. İkinci şansın ise elma, muz ve üzüm. Ama şunu bil ki eğer elma muz ve üzümü seçersen, bunların ne zaman eline geçeceği belli olmaz. Bakarsın 1 hafta hiçbişey gelmez, bakarsın önüne yığılır yiyecekler. Hangisini seçiyorsun?". Ben domates sevmem ki...

Anaokulunda öğleden sonralarını yiyecek meyve veya sebze verirlerdi. Beş yaşındayken, bir gün domates ve salatalık geldi. Ben salatalıkları yiyip, domatesleri bıraktım. Öğretmenim bunu kabul etmedi. Yan sınıftaki sarışın ve korkutucu öğretmenin yanına götürdü beni. Önce kızdılar yemediğim için, sonra tek başıa bekleme cezası aldım, bitirene kadar masadan kakmayacaktım. Uzun süre önümdeki domatesleri inceledim. Uzu süreden sonra, geldiler. Sarışın hocanın yardımcısı kollarımı arkadan tuttu, sarışın hoca ağzımı elleriyle açık tuttu ve kendi hocam domatesleri ağzıma tıkamaya başladı. O gün bu gündür domates yiyemem; ama sadece o günkü şekliyle hazırlandığında.

Şimdi ben ne seçeceğim? Meyveleri seçersem, mutlu olurum ama ya 1 hafta, 1 ay vermezlerse hiç. Nerden bilecem ki? Yaşamak, mutluluktan daha mı önemli? Veya sevdiğin şeyi yemekten? Kaderimi onun eline mi bırakacağım yani? Domates, her acıktığımda aklıma gelmez mi peki? gelir tabi ve o zaman derim ki "Ben vazgeçtim, hadi bana domates ver." o da tamam der, "Ama emin misin?". Eminimdir açımdır çünkü. Domatesi alır ve şuursuz yerim. Doyduğum an ağzımda o nefret ettiğim tadı hissederim ve derim ki "Ben bununla yaşayamam, bana istersem açlıktan öleyim yinede meyve ver.", o da peki der "Ama bir daha değiştiremeyeceksin.". Kabul ederim, ta ki acıkıncaya kadar....

Bir gün anlarım ki, meyve yemenin tek yolu en çok acıktığın an bile dayanmayı becerip, domates yemeden durabilmektir. Bir kez iradeni kabul ettirdin mi, ondan sonra istediğin kadar meyve yiyebilirsin. Peki şimdi ne yapacağım?

Acaba kafamdaki kötü anılarını silip domatesle mutlu olabilir miyim? Onu da denedim, olmadı.

Hayatımda bir kez olsun iradeli davranıp, dayanmalıyım. Çağlarya'dayım, denize kıyısı olmayan uzak bir adada. Meyve yiyip mutlu da olamayacaksam, etmişim böle hayatın içine varsın olmasın...

Beni buraya kapatanın inadına bir gün kurtulacağım burdan, ve o gün......

30 Ekim 2007 Salı

Yol almak, durmamak, yürümek, ilerlememek...

Bir yolculuktayım. Bu beni özel yapmaz, çünkü herkes yolculukta. Ama beni ilgilendiren benim yolculuğumdur, diğerleri sadece gözlenip, örnek alınacak küçük duraklar. Hiçbir durakta durmayan bir belediye otobüsü kadar anlamsızdır, diğer insanları önemsemeyen kişiler. Evet, yolculuktadırlar, ama ne bişey alarak ne de bişeyler vererek, boş bir otobüs gibi. Ben anlamsızlığa katlanamam.

Ve yol alıyorum... Yol almaktan kastım, günlerin geçmesi. Benden o kadar bağımsız ve ben buna o kadar mecburum ki. Beş yaşımdaki halimle, bu günkü halimin temelde aynı olsa da, aslında bambaşka olması. Bir geçmişimin ve bir geleceğimin olması. Aynen kalkış ve varış saatleri belli bir otobüs gibi. Tek farkım belki de, duraklarımı ve yönümü kendim seçmem. Ya o da olmasaydı....

Ve durmuyorum hiç... Sürekli bir şeyler yapıyorum. Çok aktif bir hayatım olduğu değil bahsettiğim ki zaten yok; nefes almak kadar basit ve rutin bir olayı da "şey"den saymıyorum. Bahsettiğim en düşük nokta düşünmek sanırım. Vucudumun en az iş yaptığı anda bile düşünüyorum. Tabi benimle beraber bütün insanlar da, yine ellerinde olmadan... Ama bir istisna:"takılmak". geçmişe, belkide bir durağa, belki bir "şey"e takılmak ve orada kalmak. insanı durdurabilecek tek şey. durmamak lazım...

Ve yürümek... İşte bu bir seçimdir. Bazıları yürür, bazılarıysa yürümez, bu kadar basittir. Yürümekle anlatmaya çalıştığım önce sağ sonra sol ayağı ileri atmak suretiyle yapılan hareket değil. Hani duraklardan kalkarken otobüsün muavini şöföre bağırır ya "devam et kaptan" diye.
İşte öyle bir yürümek. Başka duraklara, başka yolculara... Peki ya ben, ben yürüyor muyum?
Yürümeye çalışıyorum, yürümeliyim, bilmiyorum nedenini ama yürümeliyim. Daha gidecek yolum var benim, yürümeliyim, ne olursa olsun, durmadan...

İlerlememek... Hiç bir koşu bandında zaman geçirdiniz mi? Başlarsınız, yürürsünüz, hatta belki koşarsınız ve yorulduğunuzda olduğunuz yerde banttan inersiniz. Garip aslında hayatın başladığı yerde bitmesi gibi. Bir hiçde başlayıp, bir hiçlikte biten hayat. Ve ilerlemek için çırpınan insanlar, nereye? Üniversitedeyim, yeni şeyler öğreniyorum, yeni hayatlar, insanlar tanıyorum. Ama ilerlemiyorum. Hep aynı yerdeyim. İlerlemeyeceksen, yürümek neye yarar?

İlerlememek, ama yürümek, sırf durmamak için, mecburen yol almak....

13 Ekim 2007 Cumartesi

8 Ekim 2007 Pazartesi

Karar vermek, o kadar yoğun ki, sanki her an...

İçimden hayat tesadüfler toplamıdır, her bir kararımız hayatımızı etkiler gibi geyikler geçmedi değil. Ama bahsettiğim karar vermenin dramatik etkileri, veya geçmiş ve geleceği değil, kendisi. Karar verme işi, daha doğrusu karar verme durumu.

Çok basit aslında bir çok kez herhangi bir restoranın menüsünden yiyeceğimiz yemeğe karar vermişizdir. Eğer canın bir mantı isterse ve gidip bir ev yemekleri restoranında bol sarmısaklı bir mantı yersen, bu pek de karar vermek olmaz sanırım. Eğer oturduğun yerde mantı ve kıymalı makarna varsa ve sen mantı yemeye karar verirsen, işte bu ilgi çekicidir. Çünkü bence kıymalı makarna yememek için hiçbir neden yoktur, veya mantı yemek için. İkisini de yemek istiyorsundur ama karar vermen gerekir ve dayanaksız bir karar verilir.

Aslında varmaya çalıştığım yer de çok basit "Her kararın arkasında mantıklı bir neden yoktur veya olmak zorunda değildir." İşte burda olayın en can alıcı kavramı devreye girer "amaç". Sadece amaçlara yönelik "mantıklı" kararlar verilebilir. Şöyle ki, amaç doymaksa sadece bir yemek almaya "mantıklı" karar verirsin, seçtiğin yemek sadece amaca hizmet eder bir seçim değildir.

Kafa karıştırıcı, ama yinede "neden" veya "nasıl" sorusuna cevap veremediğimiz sorular için açıklayıcı bir anlatım. Hani şu cevabı "ya öylesine, canım istedi işte" denilen sorulara. Peki bir kararlar bütünü olan hayatta nelerin mantıklı nelerin mantıksız seçildiğini nasıl anlayabiliriz?

Sanırım amaçlar bize yol gösterecektir. Bir filmden hatırlıyorum, bir çok filmden hatırlıyorum, oyuncu "Yola çıktım ve ayaklarım beni sana getirdi" der. Eğer dediğine gerçekten inanırsak, ortada mantıklı bir karar verme yoktur, ama dışarıdan bakan biri işin içindeki mantığı görüp yola çıkmaktaki asıl amacın, karşı kişinin yanına varmak olduğunu kavrayabilir. Çok basit gibi görünebilir ama insanların bilinçle yapmadığı şeylerin göstergesidir, yani içgüdüsel olarak insanda var olan ve insanın farkında olmadığı şeylerin tamamına tekabül eder.

Çok çok küçüklüğümden bir soru ve zor bir tane, belki gecelerce uyumadan üstüne düşünmüşümdür. Soru şu ki:"İnsanlar neden vardır?". Bu soru yukarıda anlattığım küçük bir resmin, gerçeği gibi. İnsanlar bin yıllardır yaşamış ve bu güne gelmişlerdir. Neden? Bizi burada tutan nedir?

Hayat bir kararlar bütünüdür, mantıklı ve mantıksız yani yeni koyduğumuz adla bilinçli ve bilinçsiz. İnsan sever ve bunda mantık veya bilinç aranmaz. İşte buradaki ince nokta. Benim inancıma göre bir şeyin mantığı olmaya bilir, ama olan herşeyde bir bilinç vardır. İnsandışı bir bilinç?...

Zamanın hep tek taraflı ilerlemeyeceğini bir matematik dersinde öğrendim, mantık dersinde. Neydi o "sadece ve sadece" iki taraflı önerme yani "<=>". Bazen amaçlar sonucu belirlemez, sonuçlar amaçların kesin kanıtlarıdır. "Bu sonuçlara sadece bu amaçlarla ulaşılabilinir." cümlesi, kurulması mantıklı bir cümledir.

Peki gerçekten neden insanlar vardır? Etrafa bakının, büyük ihtimalle bir binanın içindesiniz veya etrafınızda bir bina var, çok küçük görünüyor ama devasal şeyler, belki bir dolap vardır, ve içinde eşyalarınız, belki yatacak yumuşak bir yatak, paketlerin içinde hazırlanmış yiyecek şeyler, elektrik vardır, ve bilgisayar, en önemlilerinden biri de internet, etrafınızdaki her şeye teker teker bakın... Bunlar insanlığın sonuçları olduğu kadar aynı zamanda amaçlarıdır. İnsanlık dünyayı bu hale getirmek için vardır. Bu bir inanç değil, sadece yürütülmüş bir mantık. Çünkü bu sonuçlara ancak bu amaçlarla ulaşılabilinir....

Her an, amaca o kadar yakın ki, gittikçe daha yoğun, kararlar vermek....ve son,sonuç....

9 Eylül 2007 Pazar

"çağlarya", denize kıyısı olmayan uzak...

Çok küçükken dinlediğim ve yeni hatırladığım şarkılar var. Bir tanesi beni çok eskiye götürdü. Kilyosta bir meyhanede, doğum günümde içki içmeye başlamadan hemen önce, baktığım cdlerin arasında gördüm ve hemen şarkıyı çaldım. Benim için garip bir andı...

Çok eski zamanlarda bu sözler en başta bir şiir olarak karşıma çıktı. Tam da "Ben nasıl biri olmalıyım?" sorularını sorduğum sırada. Tesadüf... Yıllar sonra tam "nasıl biri olmalıyım" sorusunu kendime tekrar sorarken tekrar karşıma çıktı...

"Denizin üstünde ala bulut, üstünde gri gemi, içinde sarı balık, dibinde mavi yosun, kıyıda bir çıplak adam, durmuş düşünür... Bulut mu olsam, gemi mi yoksa, yosun mu olsam, balık mı yoksa? Ne o, ne o, ne o, ne o... Deniz olunmalı oğlum... Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla, deniz olunmalı..."

Deniz olabilmek... Eğer bir şeye gerçekten inanırsa yapabileceğini zanneden bir çocuk için çok güzel bir hayaldi. Ama şimdi deniz bana o kadar güçlü geliyor ki... Bulutlara kaynak olmak, gemileri sırtında taşımak, balıklara can vermek, yosunlarını en derinlerinde saklamak. Böyle bir deniz olmak mümkün mü?

Karmaşık aslında. Deniz kadar güzel ve deniz kadar tehlikeli bir şey yoktur, bence. "İnce Memed" dördüncü kitabında çukurovaya iner. Orada hayatında ilk kez deniz görür ve saatlerce hiçbir şey yapmadan sadece denize bakar. 40 yaşlarında ilk kez deniz görüyor olsaydım ne hissederdim acaba? Şimdi bile yüzlerce kez sefer görmüş olmama rağmen, her seferinde yeniden beni heyecanlandırabilirken hem de...

10.sınıfta sanırım, yaz ayında... Susanoğluna gittik, bir çeşit yazlık mekan. Biraz sıkıntı, biraz da babamla olan tartışmam (çok da nadir olur aslında) denize girdim. Çok sinirliyken anlamıyorsun, bir de hayatında ilk kez paletle yüzüyorsan. Durup geriye baktığımda sahili göremedim. Normalde korkmam gerekirdi ama denizin ortasında o kadar kendimi insanlıktan uzak ve güvende hissettim ki... Yorgunluğum bana artık geri dönmem gerektiğini söylüyordu. O uzun yolu dönmeden önce bir kere dalıp çıkmak istedim. Denize daldım ve içerde bir kaç kere paletli ayaklarımı çırptım. Yukarı çıkmak için kafamı çevirdiğimde, metrelerce aşağıda olduğumu gördüm. Çok büyük bir hata yaparak nefesimi de bıraktım. Sonra çırpınmaya başladım. Bu güne kadar ölüme en çok yaklaştığım andı. Elimi dışarıya çıkartabildim ama kafamı çıkartamadım. Son anda...

Çıktığımda uzun süre kendime gelemedim, yüzmem gereken de kilometrelerce yol vardı. Sahile çıktığım anı asla unutamam. Bitmiş haldeydim, aynı uzun süredir beni bekleyen ve ufukta kaybolmama şahit olan anne ve babam gibi... Deniz o gün beni neredeyse alıyordu...

Deniz olmayı denizlere bırakmalı. Ben küçük bir şehir olsam yeter, adını da çağlarya koyarım şehrin. Mutlu mesut yaşanır işte. Aynı şu andaki gibi huzurlu ve mutlu olur çağlaryalı, kendi evinde yani kendi içinde. Sadece isterim veya dilerim ki bir denize kıyım olsun. yok çünkü...

Çağlarya güzel bir şehir olmalı, aslında deniz olunmalı ama....

20 Ağustos 2007 Pazartesi

O duygunun adını koyabilen var mı? Bence bir isim verilmeli....

"İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim. Ne sevdiğim kişi benim yanımda, ne de ben olmak istediğim şehirde olacağım. İki ihtimal var: Ya ben bunların hiçbirini haketmiyorum yada bunları elde edemeyecek kadar beceriksizim." Sanırım karşılaştığım en zor problemlerden bir tanesi bu....

Çok değer verdiğim bir arkadaşın, bunaltıcı bir pazar akşamı, seyhan gölünün üzerine vuran ışıklarla havanın aydınlanabildiği bir saatte, sessiz ve yalnız bir tepenin üstünden, manzaraya karşı bira içerken, kurduğu bu cümleler yüzünden, başıma giren garip ağrı, aynı gecenin yarısında beni deli etmeye başladı. Aklımda başaramadığım şeyler....

Ben ulaşamadığım hedeflerim için hiç bu kadar kesin bir yargı sunamadım. Yani iki şıklı bir soru haline gelmedi benim başarısızlıklarım. "Haketmiyorum" ilahi havası olan bir kelime, tanrı inancı gibi. Hakettiğini düşünemezsin, hakkettiğine inanırsın. "Ben mutlu olmayı hakediyor muyum?" sorusunu soracak kişi kesinlikle kendisine önce "Kadere inanıyor muyum?" sorusunu sormalıdır. Çünkü eğer kadere inanmıyorsa bu sorunun cevabını asla bulamaz. Sadece bir saniye ayır ve kendine sor "şu anda sahip olduğum şeyleri hakediyor muyum?". Ancak kendine sorduğun bu tip bir soru haketmekle kader arasındaki bağı gösterebilir...

Sanırım anlatamadım. "Haketmek" beni aşan bir kavrammış. Kabul etmek lazım...

Peki ikinci ihtimal, o sanki daha mı kolay, "Beceriksizlik". "Beceri nasıl kazanılır veya nedir?" soruları ilgimi çekmiyor. Aslında soru değil, şu an sadece bir çözüm istiyorum. O yüzden ne yazık ki basit mantıklar yürüteceğim. Şöyle ki, eğer iki aylık bir bebek, kitap okuyamıyorsa, beceriksizdir. Başka bir deyişle, kitap okuma becerisi gelişmemiştir. insan, her "Ben bunu beceremem" dediği anda yeni bir eksikliğini keşfetmiş, ve bir sonraki sefer için deneyim ve beceri kazanmış demektir. Her insan temelde beceriksizdir ve beceri yaşadıklarınla kazanılır. Yani cevap beceriksizlik olamaz, eğer olsaydı teorik olarak elimizde hiçbir şey olmazdı...

Peki cevap ne, deli olacağım, beceriksizlik mi, yoksa hakketmemiş olması mı, ikisi birden mi veya hiçbiri mi, hiçbiri ise asıl cevap ne...

İnsan bir şeyi o kadar çok ister ki, bunu anlatamaz, sadece hissedebilir. Peki her şeyden çok istediği şeyin asla onu olamayacığını anladığı an yaşadığı duygunun bir ismi var mı? Kendini suçladığı, hayatı suçladığı, tanrıyı suçladığı, üzüldüğü, korktuğu, umudunu kaybedemediği, her şeyi göze aldığı, "artık ne olursa olsun" dediği, ağlaycak olduğu o anın bir ismi olmalı. Kendisine yoksa ben "o"nu haketmiyor muyum diye sorarken kalbinin ağırdığı, yoksa ben "o"nun yanında olamayacak kadar beceriksiz miyim derken gözlerinin dolduğu anın ismi nedir...

En çok istediklerime ulaşamadım, ya haketmedim, yada onlara ulaşmayı beceremedim... Adını bile koyamadığım bu iğrenç duyguyu iliklerimde hissederek birazdan gecenin karanlığına karanlığına dalacağım... İçimdeki ses her saniye aynı soruları soruyor, "ne hakediyorsun çağlaryalı, ne başarabilirsin?"

Yalvarıyorum, birisi bir isim söylesin...

5 Ağustos 2007 Pazar

Güzellikler... Aklımda ama yanımda değil. Peki nerde?

Timur, "Bire bir savaşta geçerli olan ne varsa, toplu savaşta da geçerlidir. Ozan nice yüreğiyle konuşur, yiğit de öyle yüreğiyle vuruşur. Ama liderin yiğitliği savaşın kazanılmasıdır. Bir de yürekle kazanılan savaşlar vardır ki, en geçerlisidir." der. İki kişilik savaşı anlar gibiyim. Topyekün savaşın liderliği de anlaşılır. Peki tek kişilik savaş...

Ya insanın savaşması gereken kişi kendisi olursa, o zaman ne yapmalı. Yiğit, savaşmaktan kaçmaz, savaştığı kişi kendisi olsa ve her halükarda yenilecek olsa bile. Kim kendine karşı yüreğiyle savaşabilecek kadar cesurdur ki?

Hayatımı etkileyen kavramlardan bir tanesi, "öteki" kavramıdır. Senin kafanda bir çağlaryalı var, bu yazıyı okurken düşünüyorsun onu, biçimlendiriyorsun, tanımlıyorsun. kafandaki kişi "öteki" oluyor ve hiç bir zaman gerçek çağlaryalı olamıyor. Basit açıklama böyle diyelim. Genel soru "insan öteki midir, yani diğer insanların kafasında canlandırdıkları kişilerin toplamı mıdır, yoksa kendisi midir?". Bu soru hakkında uzun zamadır düşünmeme rağmen, cevabını yazmakla uğraşacak değilim. Benim derdim başka. Soru ,yada sorun diyelim, şu ki, "Ya insan kendi içinde, kendisi için bir öteki yaratırsa?"

Genelde uzun süre kendine dışarıdan bakmaya çalıştığında gerçekleşen bir durum sanırım bu. Sonuç bir kısır döngü. Kendi içinde bir sen varsın ve o sen değilsin. Sanırım yeterince açık değil. Bir çeşit ,bilinçli bir şekilde, olduğun şeyleri yadsıyıp, olmadığın bir şey olduğuna kanaat getirmek diyelim. Anlattığım tanıma uyabilmesi için bir ayrıntı gerekli. Örneğin, kendisinin akıllı olduğuna inanan bir aptal bu sınıfa girmez, bahsettiğim kendisini aptal zanneden akıllı biri. Yani gerçekleri yadsımaktan bahsediyorum.

Ne dediğimi biliyor muyum acaba?

"Kendi ötekisi" kişinin olduğunu zannettiği kişi. Bir çok şeyin gizli nedeni belki. Eğer bir insanın "Kendi ötekisi" kendisiyle alakasızsa, işte o zaman o kişi çok tehlikeli olur. İkiye ayrılır burda da, eğer kendisinden yukarıda bir "Kendi ötekisi" yaratırsa etrafı için, eğer kendinden daha aşağıda bir "kendi ötekisi" yaratırsa kendisi için çok tehlikelidir. "Aşağı kendi ötekisi" sanırım hastalığıma koyduğum teşhisin bir ismi.

Şimdi savaşmalıyım, içimdekiyle savaşmalıyım. Bütün yüreğim ve cesaretimle, dengeyi kurmak için çaba sarfetmeliyim. Yoksa günden güne çürüyeceğim. Aynı şu an içimin acıdığı, kalbimin sıkıştığı gibi. Eğer çağlaryada yaşamak istiyorsam, olduğum şey olmalıyım. Bütün yüreğim ve cesaretimle savaşmalıyım.

Nerde mi? Yanımda değil, ama aklımda... Bütün güzellikler...

24 Temmuz 2007 Salı

Garip bir hüzün var içimde. Niye ki?

Aklıma hep olayı beceremediğim şeyler gelir. hep eksik olduğumu hisederim ve bu eksiklerimi kapatmak için çaba sarfederim. Ama aklıma bu sefer öyle bir şey geldi ki...

İyimserlik. Ben iyimser biri değilim sanırım. Çünkü aklıma sürekli beceremediğim şeyler gelir. Olmayacak olanları daha rahat görürüm. Burda bir kısır döngü var gibi geldi ama...

Bir süredir yazmadan düşünüyorum ve aklıma, gelecek hakkında veya kendim hakkında en küçük güzel bir şey gelmedi. Bu da bana lise yıllarımın hediyesi. Kendini beğenmemek. Bazen işe yarıyor. Etrafımdaki neredeyse bütün insanları kendimden değerli görüyorum. Onlar da değerli hissetmeyi seviyorlar. Böylece iyi anlaşıyoruz. Ama sanırım öyle olunca da kenimle iyi anlaşamıyorum. Anlaşamayınca iyimser olamıyorum. Kendisinin iyi olmadığını düşünen biri nasıl iyimer olabilir ki?

İnsanın kendisini değerli hissettirecek birisine ihtiyacı var. Bence bu genelleme doğru. Benim kimseye ihtiyacım yok diyen ya bir çok şeyi aşmıştır ya da doğruyu söylemiyordur. Eğer yoksa onu kendi yaratır. Yaratmazsa yaşayamaz.

Şimdi yalnızlıktan, şizofren bir şekilde, kafamda yeni birini yaratıyorum. Beni sevecek, yanımda olacak ve ara sıra bana güzel şeyler söyleyecek.

Yeni türkü'nün "resim" şarkısını dinleyin

"Biliyorum görünce beni hep tanıyordum diyeceksin,
Rüyalarımda hep sen vardın, hep tanıyordum diyeceksin."
İşte bir türlü içimde olmayan iyimserlik.


"Okuduğum her cümlede, konuştuğum her insanda, gördüğüm her güzellikte
Sen de varsın
Sen hep varsın"
ve işte benim içimde yaşayan sevgilim....

10 Temmuz 2007 Salı

geçmiş ve geleceği düşünmek üzerine düşünmek

Meğer üniversiteyi ne kadar sevmişim. Özledim....

Tatildeyken üniversiteye duyduğum özlem, tatildeyken yıllar sonra buluştuğum ortaokul arkadaşım, tatildeyken aklıma gelen lisede yaptığım salaklıklar, değer verdiğim bir insanın hatırlattığı ünlü bir düşünüre ait cümle "hayat sen gelecek hakkında planlar yaparken olup biten şeylerdir." ve zeki bir dostla yapılmış geçmiş ve gelecek adına yapılmış bir muhabbet...

Ve ben şu anda çağlaryalı tarihine dalmış durumdayım. Ne oldu, ne yaptım, nasıl yaptım gibi sorular. Ama farkettim ki kendimi eleştirmeden önce, tarih, geçmiş ve gelecek kavramlarını biraz daha düşünmeliyim. Hatta ne yazık ki daha önce tarih geçmiş ve gelecek kavramları üzerine düşünmek üzerine düşünmem gerektiğini, bahsettğim zeki arkadaşım sayesinde keşfettim.

Soru şöyle ki: "Geçmişi mi yoksa geleceği mi düşünmek daha kolaydır?"

Cevabım en başta kısaca "geleceği" oldu. Nedenin de şöyle açıklamaya çalıştım: geçmiş olup bitmiş şeylerdir ve değiştirme ihtimali yoktur. Daha da kötüsü nedenli ve sonuçlu bir durumdur. Daha da kötüsü sonuçları yaşadığın andır ve yaşadığın andan hiçbir gerçekliği saklamazsın. Oysa ki gelecek farklıdır. Gelecek hakkında düşünmek hayal kurmaktır. Hayallerin neden ve sonuçları yoktur. Sınırsız bir şekilde düşünebilirsin. Misal dünyayı bir gün yöneteceğin kadar uçuk bir hayalin bile olsa, veya acaba hangi işte çalışır nasıl biriyle evlenirim gibi gerçekçi soruların da olsa, en güzelini ve problemsizini düşünebilirsin. Cevabımda bir değişiklik yok.

Ama soru bir anda değişti ve şöyle bir karşılaştırma oluştu: "Geçmişi mi yoksa geleceği mi düşünmek şimdiye daha çok zarar verir?"

Buna cevabım ise geleceği düşünmek an itibariyle daha tehlikelidir. Geçmiş kesindir yapılmış şeyler vardır ve insan ancak yaptığı iyi ve kötü şeyleri nedenleriyle ve sonuçlarıyla düşünerek farkındalığını artırarak anını daha mutlu yaşayabilir. Gelecek ise insanı daha çok yorar. Klasik bir değişle "bilinmeyen insanı korkutur.". Yani geleceği düşündükten sonra insan kendini garip bir halde "E peki şimdi ne yapacağız?" sorusunu sorarken bulur.

Burda karşımıza iki insan tipi gibi bir şey çıkar: Geçmişi düşünerek zor olanı yapan ama zorluğun sonucunda bir şeylere ulaşan kişi ve geleceği düşünerek basit olanı seçen ama bir yere ulaşmayan kişi.

Tabi her insan geçmiş ve gelecek hakkında düşünmek zorundadır ve bir çok şeyde olduğu gibi bunda da denge önemlidir. Dengeyi kurabilene saygım sonsuz....

Oysa ki en güzeli ve hoşuma gideni geçmişten geleceğe geçtiğim anı düşünmektir...

28 Haziran 2007 Perşembe

dünyanın en mutlu adamı olabilirdim, ama....

Bu bir anlatım değil, bir soru, kendime sorulmuş bir soru, zor bir soru....

Yazının başının ve sonunun çelişeceğine şimdiden eminim.

Her insan mutlu olabileceğine göre dünyada her an bir kişi o anın en mutlusudur. İhtimallerin farklı olmasıyla beraber, her insan o anın en mutlu insanı olması mümkündür. İhtimal hesabı ise basittir. Bir bölü dünyadaki insan sayısı. Peki ben şu anda dünyanın en mutlu adamı mıyım? Bence değilim, çünkü yazıyı yazdığım an itibariyle mutlu bile sayılmam. Peki beni dünyanın en mutlu adamı olmaktan alıkoyan etken nedir?

Mantığım şu anda hayatımda eksik olan, daha doğrusu eksikliğini hissettiğim hiçbir şey olmadığını söylüyor. Doğru mu bilmiyorum, çünkü aynı mantığım hiç bir eksiği olmayan bir insanın mutlu olması gerektiği yönünde. Tam bu noktada mutluluğu iki farklı nedene bağlayıp durumu kurtarıyorum. Bunlar iç ve dış etkenler. Yani biri benim diğeri etrafım. Etrafıma bahaneler bulup kötüleyecek değilim. Beni seven ve mutlu olmamı insanların olması bile en büyük mutluluk sebebidir. Öbür taraftan ben... Bir kitapta geçen bir cümle hatırlıyorum: "Mutlu olmayı bilen bir insanı kimse mutsuz edemez." destekledim ve sevdim cümleyi ama bir tersi olmalı: "Mutlu olmayı bilmeyen bir insanı kimse mutlu edemez." cümlesini sevmedim, doğru da bulmadım. Bence herkes mutlu olabilir, hatta en mutlu olabilir. Bir yolu olmalı.

Mutluluğu tanımlayabilseydim, nasıl ulaşacağımı söylerdim. Tanımlardan çok şey çıkar, çok şey bilmeden de tanım yapılamaz. Mutluluğun tanımı için daha düşünmeliyim. Biraz da fikir almalıyım.

Çelişeceğimi biliyordum. Tanımını yapıp sınırlarını çizemediğim göreceli bir kavramı, "en" gibi bir sıfatla niteleyemem sanırım. Herkese göre en mutlu kavramı farklı olmalı ama şöyle bakınca daha güzel. "Bana göre dünyanın en mutlu adamı". O zaman da sınırlar çizilmemiş oluyor ama sınırların kabul edilirliği tartışılmıyor. Yani sınıra karar verecek tek kişi benim. Öyle olursa kendimi çok mu kolay kandırırım?