2 Aralık 2010 Perşembe

Peki ya mutluyken, ya hiçbir şeyi dert etmeyecek ve umursamayacak kadar mutluyken. ne yapmalı o zamanlarda?

22 Kasım 2010 Pazartesi

Zaman toparlanıyor yanlızken. Toparlanıp, birleşip şimdi oluyor. Tüm zamanlar birleşince, bir anlık yanlızlığıma ağır geliyor. Müzik zamanı bölüyor. Zaman bölününce geçmiş, şimdi ve gelecek beliriyor. Sonra sesler şimdiyi alıyor, geçmiş ve gelecekten azad ediyor. Yanlızlığı zamana yayıyor, önemsenmez, umursanmaz, zarar getirmez ediyor. Müzik karanlığıma ses oluyor. Önce geçmişi düşünerek bu günü öldürmemi engelliyor, sonra geleceğim için bu günü feda etme hakkımı elimden alıyor.
Ve tam da şimdi kulağımdan sızan sesler, geçmiş ve gelecek tarafından terkedilmiş zamanımın yanlızlığı oluyor...

2 Kasım 2010 Salı

Bir fikir insanın aklına şarapnel parçası gibi saplanıyorsa, iki yol vardır ya bırakırsın kafanda o şarapneli ya da çıkarır atarsın. Yerinden çıkartırsan çok kan akar, kanı görürsün, en büyük korku ölüm gibi açık gelir, tam kafanın içinden. Çıkartmazsan göz görmez, sen bilirsin acıyı, acı geçer hemen, ama o zaman fikir zehirdir, yavaş yavaş yayılır. Herşeyi aradan çıkartıp korkularınla cesurca yüzleşmeye sıra geldiğinde, en kötü korkundan başlarsın. Beş yaşında bir çocuğun her gece yattığı salon kanepesinin yanınki, arka bahçeye bakan pencereden gördüğü karanlıktaki yapraksız ağacın verdiği korku gibi. Korktuğunun üzerine ancak korkacak bişey kalmadığı zaman gidebilirmişsin. Karanlık korkunu yenebilmek için karanlığın içine girmeye aydınlıkta karar verdiğin gibi. Bilerek gitmek istersin çünkü bilirsin ki bir gece sonra uyurken tekrar göreceksin karanlıktaki o ağacı. Hangi korkunun bir daha gerçek olmayacağına inanabilirsin ki. Korkunu yenme fikri aklına bir kez şarapnel parçası gibi saplandığında, iki yol var ya bırakırsın kafanda ya da çıkarır atarsın.

Şimdi gelip saplansa aklına uçurumdan atlama fikri, tam da kenarına gelsen uçurumun, atlayamazsın, birinin seni atmasını istersin, kimseye beni at diyemezsin, kimse seni atmaz, uçurumun kenarında öylece kalırsın ve sorarlar sana "neden uçurumun kenarına geçtin" diye. Korktuğun şeyi yenmek için atlamaya değer mi, sırf atladığında da yaşadığını gösterebilmek için atlar mısın? Atlarsan yerin yaklaştığını görürsün, yere çarptığında akan kanı görürsün, yaşamın tatlı yüzünü görürsün, atlamazsan döner gidersin, güzel ve mutlu bir hayatın vardır, uçurumun varlığı düşeceğin anlamına gelmez, ama her an kendine "düşersem yaşayabilir miyim?" sorunu sormadan duramazsın. Çünkü daha önce düşmüş ve ölümü görmüşsündür.

Ne atlayacak cesaretim var, ne unutacak gücüm. Durağan yapıyor bu beni. Ne yürüyen ne de duran, sadece durağan işte. Olduğum yeri sevmiyorum ama olmadığım yerde olmamayı seviyorum. Olduğum şeyi de sevmiyorum ama olmadığım şeyi olmamayı seviyorum.

Geceleri uyumadan hemen önce hayallerimde atlayacağım, sabahları uyandığımda yalanlarımda unutacağım korkumu belli ki. Bir kere daha o uçurumdan düşersem, kurtulmaya çalışmam çünkü, kendimi onun kucağınaa bırakırım. Zaten uçurumdan düşeceksem, elimden tutup kurtaracak kimse de kalmamış demektir. Huzurla ölürüm.

Biri uçurumun tam kenarındayken elimi tutsa, dese ki "kalk gidelim, burası soğuk, gideceğimiz yer sıcak buradan, uçurumdan düşemezsin gideceğimiz yerde". Desem ki ben de "nasıl olur, uçurum her yerde, uçurum benim içimde" ve alayla gülsem.

Belki bana der ki "Bak etrafına o zaman, ben varım, biz varız, artık uçurumdan düşemezsin çünkü biz zaten uçurumun en dibinde hep beraberiz, farketmiyor musun, düştün ve yaşıyorsun..."

unuturum en büyük korkumu, kanım donar, zehirim arınır, mutlanırım...

23 Ekim 2010 Cumartesi

son ses sarhoş olmak ne de güzelmiş. bağırmak ve mutlu olmak,
delilik,
güven,
yanlızlık,
alkolden karıncalanan dudaklarım,
özgürlük,

ve Ankara...

5 Ağustos 2010 Perşembe

Çözüm, kişinin aklıyla, sorunun kendisi arasında oynanan bir oyundur. Oyunun galibi ise "zamanla" ölçülür. Her soru çözülür, önemli olan yeterli zamanda çözmektir. Kişi tarafından çözümü bulunamayan her soru çözümsüz zannedilmez ama henüz çözülemediği bilinir. Kişi ancak çözümü öğrendikten sonra farkeder: anlayabileceği kadar basit olan bir çözümü bulamamışsa, bu zaafıdır; eğer çözümü bilmesine rağmen inatla yanlış yollardan giderek çözmeye çalışmışsa, bu onun yanlışıdır; ama eğer soruyu çözmeye hazır değildiyse, bu onun küçüklüğüdür. Soru karşısında küçük kalan insanın çözüm için henüz öğrenmesi gereken bilgi ve öğrenebilmesi için ihtiyacı olan bir müddet zaman var demektir. Zaman bu oyunda soru tarafının en büyük kozudur.

Bilgi, her sorunun çözümü değildir elbette. Akılla yoğurulmadıkça işlevsizdir, uygulamaya geçmedikçe yararsızdır. Ama bilisiz yapılan uygulama da, akıl yürütme de çözüm getirmez, sanı getirir. Sanmanın, yani bişeyleri zannetmenin, zararından başka birşeyi görülmemiştir ki.

Soruların büyük güçlerinden bir diğeri de insana ait değerlerinin olmamasıdır. Eğer kişi kendi aklının kendisine koyduğu kurallar dahilinde çözüme ulaşamıyorsa, ya kendisi olmaktan vazgeçip soruyu çözecek, ya da kendisi olmayı seçip herşeye rağmen çözüm aramaya devam edecektir. Kaybedilen zaman arttıkça vazgeçilen değerler artacaktır.

Bir fıkra var çocukluğumdan hatırladığım, çok severdim: Deli bir bilim adamı kendi tasarladığı bir deney için, biri kimya, biri fizik ve biri matematik üzerine uzman olan üç meslektaşını kaçırmış. Bilimadamlarının her birini, karanlık ve heryanı kapalı odalara hapsetmiş. İçeriye sadece bir ay yetecek kadar ve kapaklarının açılması çok zor olan konserve yiyecekler, ayrıca olabildiğince aydınlanmaları için bolca kibrit ve konserveleri açmada neredeyse hiç işe yaramayan birer bıçak bırakmış. Bir ay boyunca bilimadamlarını bu odalarda bırakmış ve ay sonunda kontrol etmeye gelmiş. Önce kimyacıya bakmış, kimyacı bıçakla konservelerin üzerindeki yanıcı maddeyi çıkarıp bir taraftan kibritlerin ucundaki patlayıcı-yanıcı maddeyi ve konsevelerdeki hava basıncını kullanarak bir şekilde bir patlama yaratmayı ve duvarda bir delik açmayı başarmış, kaçmış. Fizikçiyi bitkin halde odasında bulmuş, konservelerin belli bir açıyla duvara fırlatıldığında açıldığını farketmiş ve bir ay boyunca odada yaşamayı başarmış. en son matematikçinin odasına girmiş ve matematikçiyi yerde kanlar içinde, bıçaklanmış bulmuş. Duvarda kibrit ucuyla yazılmış şu yazılar varmış: "teorem: ay sonuna kadar ölmeyeceğim <-> konserveleri açmanın veya kaçmanın bir yolunu bulacağım , ispat: farzedelim ki öldüm..."

Belki çok saçma bu fıkra ama sorulara bulduğun çözüm sadece akıl etmenle değil, bilginle, uygulama cesaretinle ve özellikle de kim olduğunla alakalıdır.

Her kapı bir sorudur. Ve eğer açamadıysan kapıyı...

3 Ağustos 2010 Salı

"Artık özgürüm" dedim kendi kendime. Çok saçma geldi sonra bunu söylemek, özgürlük kelimesi anlamsız geldi. Ne farkı vardı ki yeni özgürlüğümün eskisinden, bu içten gelen cümle nasıl ağzımdan çıktı. Önce özgürlüğün istediğim herşeyi yapabilecek olmanın verdiği his olduğunu düşündüm. İstediğim ve yapamadığım bişeyler de yoktu oysaki. Özgürlüğün ne olduğunu anlamak için hapiste yatan bir insanı, kendimle karşılaştırdım. Aramızda ne benzerlik var da o özgürlüğünü dört duvar arasında beklerken ben "artık özgürüm" diyebiliyorum.

Özgürlük bir bakış açısıyla yapabileceklerinin kısıtlanmasıdır. Şu durumda hapisteki adamın özgür olmamasının sebebi dışarıya istediği gibi çıkamıyor olmasıdır. Burada insanı hapis eden dört duvarın varlığı kadar dışarının varlığıdır aslında. Yani hapishanede doğmuş olan bir çocuk, dışarının varlığını öğrendiği güne kadar özgürdür, dışarıya çıkmayı istediği ilk gün esareti başlar. Bu demek oluyor ki her insan esaret altında ama henüz bunun farkına varmamış olabilir. Özgürlük eğer fiziksel olsaydı, ben hep özgür bir insan olurdum. Ama ben özgür değildim...

Aslında bir bakış açısıyla da özgürlük sorumlulukların olmamasıdır. Bunu düşünerek "artık özgürüm" demiş olabilirim. Ama sorumluluklar bir insanı esir yapsaydı her insan tutsak olurdu. Ayrıca hapisteki adamın dışarıya çıkmamak dışında ne gibi bir sorumluluğu var. Sorumluluk etkiliyse bile dolaylı bir etkisi olmalı...

Bildiğim herşeyi düşündüğümde şunu farkettim ki, esaret bir şeyi düşünmeden duramamaktır. Hapisteki kişinin özgür olmamasının sebebi her gün saatlerce hapiste olduğunu ve dışarının nasıl olduğunu düşünmesidir. Dışarıyı hiç düşünmeyen veya dışarıda olmayı zaten istemeyen hapisteki bir kişi özgür müdür, tutsak mıdır? Bence özgürdür.

Ne sorumluluklarımdı beni esir eden ne de dört duvar, düşüncelerimdi. Hergün aynı şeyleri saatlerce ve saatlerce, düşünmek istemememe rağmen, tekrar tekrar düşünmekti. Meğer özgürlük insanın istediği şeyleri düşünebilmesiymiş...

ve ben "Artık özgürüm"


2 Ağustos 2010 Pazartesi

Acı çekmek ve mutsuzluk ayrı şeylermiş. Hep birbiriyle bağlantılı gibi gelirdi, çünkü mutsuzluk bana içsel bir acı verirdi. Oysa acı güzelmiş, insana dair olan en önemli duygulardan biriymiş, kaçmak anlamsızmış. İçten gelen, fiziksel olmayan acılar yaşamaya değermiş, anlamlıymış. Belki "shawshank redemption" da hapisden kaçmaya çalışırken, hergün milim milim kazılan duvarın sonunun nereye varacağının bilinmemesine rağmen verdiği özgürlük umuduyla gelen acı gibi bişeyler. Mutsuzluk vermez ki umut, gelecek için herşeyin güzel olabileceğine dair fikir, geçmişten geleceğe birşeyleri değiştirme, değiştirebilme ihtimali... ama bunlar salt bir acı verirlermiş. En başta acı engellenmesi gereken, kaçılması gereken, canını yakan bir his gibi geliyormuş. ama sonra... Farkediliyormuş ki acı mutlu olmanın, daha iyi olmanın diyetidir.

Ve mutluluk takıntısı olan bir adamın acıyla mutlu olması olasıymış...

27 Temmuz 2010 Salı

İçten vuran her şey çok yıpratıcıdır. İç sancısı depremle yanardağa benzer. Bedenin tüm organlarını ya yıkar ya yakar. Dayanılamaz,önlenemez, kaçınılamaz. Üç olumsuzluk birleşince kişide akıl mı kalır? Direnirse yine kendiliğinden beden direnir. Doğanın onca yıkıma direnmesi gibi... Ve yıkılıp yakılanı ya onarır, kendine uydurur... Ya eksiği, noksanı kabullenir kendisi uyar.