28 Kasım 2012 Çarşamba

4

Koltuktan kalktı, gitti. Merdivenlerden inerken birbirlerini görmüşler midir diye düşündüm, acaba O, merdivenden çıkarken, sevimsiz suratlı yalnızlığımın hemen yanından aşağıya indiğini fark etmiş miydi? Sormak istedim ilk gördüğümde ama o kadar sıradan bir şekilde bana doğru yürüyordu ki, biraz önce masamdan yavaş ve sert hareketlerle tek kelime etmeden kalkan adamı hiç de tanımış gibi değildi. Bir kişi çok şeyi değiştirebilir belki ama herhangi bir kişinin gelip bir şeyleri değiştirmesi, bel bağlanamayacak kadar küçük bir ihtimaldir. Bir metre yanıma kadar geldi ve "Naber?" dedi.

"Midemi ne bulandırır biliyor musun? Yüzümün alabileceği sonsuz şekilden bir tanesine karar verenin reflekslerim olmadığı zamanlar oluyor. Yüzün aldığı şekil doğal olmalı değil mi, insan hadi güleyim veya hadi suratımı asayım dememeli. Bak ne diyorum: Kontrolsüzlük insanı düzene götürür ya, bilinçaltı bilince göre her zaman daha kararlı ve tutarlı olmuştur, ne yaptığını bilir. İşte benim içine sıçtığım bilinçaltım benimle konuşmadı mı midem bulanıyor arkadaş. Al, lanet olsun tamam hadi karar veriyorum - başına yeni bir olay gelmiş, canı sıkkın ama anlatmaya da çok hevesli yüz ifadesi istiyorum -  sonra da bu yüz ifadesiyle - fena değil, senden? - diye soracağım ki sen de "hayırdır" diyebilesin." demek giriş için çok uzun olurdu. Yaptığın her hareketi karşındakine açıklayamazsın,  ben de açıklamadım. Onun yerine "Fena değil, senden?" diye soracaktım yalnızca ama vazgeçtim. Göz göze geldik bir an, gözlerinden korkuyorum. O anda bilinçaltımla barıştım hemencecik. Bilerek bir şey dememişti çünkü anladım. Hislerimi yansıtacak en iyi şeyin "Naber?" sorusuna bir kaç saniye içinde verilemeyen bir cevap olduğunu nereden bildi. O şaşkın bana baktı, geçen süre garip bir gün geçirdiğimi anlayatacak kadar uzun, "Naber dedim, huop orada mısın?" sorusuna girişmesini engelleyecek kadar kısaydı. Satrancın bile ilk hamlesini  sevmem ben, her seferinde şah tarafındaki filin önündeki piyonu bir kare oynatmak gelir içimden. Çünkü bu gereksiz hareketin karşı tarafta yaratacağı hissi görmek isterim. Satrançta ilk yapılan hareketin her zaman telafisi vardır, iki kişi konuşurken ise her zaman yoktur. Gülerek "iyilik sağlık ya senden naber" dedikten ne kadar zaman sonra dert anlatabilirsin veya biraz önce çok sevdiğin birini kırmışsın gibi "Sorma ya" dedikten sonra ilk ne zaman dengesiz damgası yemeden gülebilirsin.

"Garson dediğimde aklına gelen ilk garson şekli yaşam standardını belirler" dedi bir zamanlar bir kişi bana. Aklıma gelen ilk iki garson birlikte geldiler ve önüme aklıma gelen ilk iki menüyü bıraktılar ve sordular birlikte "Bugün muhabbetinizde ne almak isterdiniz?". Muhabbete çok açtım. Başlangıç olarak garsonların birinden az domates çorbası üstü bol kaşar diğerinden körili karides istedim. Sonra O'na "Fena değilim ya iyiyim, senden naber?" dedim. Önüme karidesli domates çorbası getirdiler sanki, tadını sevdim. 

- İyiyim ya, ben kahve alacağım sen ister misin bişey?
- Ha yok ben içtim ya, sen al.
-Tamamdır.
-.....
- Eee nasıl gidiyor?
- (Midemi ne bulandırır biliyor musun?)




15 Kasım 2012 Perşembe

Zavallı mı? Kesinlikle değil. Hem ben boş boş gülmüyorum. Ne demek yani "Gerçekten mi?". Niye yalan söyleyeyim ki anlamadım. Hayır, yalan söylemiyorum. Gerçekleri söyleyebilecek olmam bir zavallılık değildir. Söylediğim gerçekleri söylememin zavallı olduğunu söylemiyorsun, zaten zavallı olduğum gerçeğini söylediğimi söylüyorsun öyle mi? Hayır, sadece sen, içinden geçenleri gerçekten söyleyenlerin ancak kaybedecek hiçbir şeyi olmayan zavallılar olabileceğini düşünüyorsun. Oysa ki benim kaybettiğimden çok çok daha fazla kaybedecek şeyim var hala. Ve sadece daha fazla kaybolmamak için kaybettiğim gerçekleri söylüyorum ben. Hayır, boş boş değil, sadece bir sebebi olmadan gülüyorum.

Yukarıya çıktığımda pencere kenarına oturmuş, kitabı önüne açık, dışarıyı izliyordu. Yol boyunca süren gerilimden sonra benim dışımda bir şeylere konsantre olmuş olması beni rahatlatmıştı. Bardağın yanından damlayan kahve damlasını bir dil darbesiyle kurtarma telaşım koltuğa gereğinden sert temas etmeme neden oldu. Koltuk çirkin bir sesle 1-2 santim geriye giderken, sesten rahatsız olmuş bir ifadeyle bana döndü, baktı. Kitapta kaldığı yeri en başta bulamamış olacak ki sağdaki sayfanın üzerinde biraz göz gezdirdikten sonra bir önceki seferde bir sayfa eksik okuduğu için, önünde uzanan yüzlerce sayfaya bir tane daha eklenmiş olmasının sıkıntısıyla soldaki sayfaya geçti. Kitap okumak hiçbir zaman kitabı bitirmek kadar zevkli olmamıştır. Hiç bitmesin istediğiniz kitaplar olabilir ama hiç bitmeyeceğini bildiğiniz halde okumaya devam edeceğiniz bir kitap olamaz, olsa bile kitabı okurken keyif alamazsınız. O da kitabı bir an önce bitirerek yeni bir kitaba başlamak istiyordu normal olarak. Kahveden bir yudum aldım. Saçma ama, çocukların yapamayacağı bir şeyi, kahve içme işini yapıyor olmak birden kendimi çok olgun hissettirdi. Küçüklüğümde annemin kahve fincanını tutuşunu, o kahve fincanının üzerindeki mat renkli şekiller sanki içindeki şeye gerçek tadını veriyormuş gibi kahveden içmekten çok o fincanı baş ve işaret parmağımla tutarak dudağıma götürmeyi isteyişimi düşündüm. "Çocuklar kahve içmez"di işte.Çocukluğum çok uzak değildi oysa ki. En iyi anlaştığım çocukluk arkadaşım karşımda oturuyordu. Çocukken her gece ama her gece birlikte odamda müzik dinlerdik, aşkımızı da derdimizi de odada birlikte paylaşırdık, kitaplarımızı birlikte okur, sinemaya hep birlikte giderdik. Geceleri uyumadan önce henüz uykuya dalamamış dostumun gözlerine bakıp, "Bu yalnızlık benim" diye iç geçirirdim. Sonra Yeni Türkü'nün yeşil bantlı, kapağını çoktan kaybettiğim albümünü koyar hızla sararak Semai şarkısını açar, uyumadan önce yalnızlığıma son bir kez sarılıp dinler ve şarkının bitişinde müziğin yerini alan cırcır böceklerinin sesiyle gözlerimi kapatırdım.

Kendime geldiğimde yüzüme bakıyordu eski arkadaşım. Benim sırıtan ifademin aksine yüzünde bu sefer hiç gülümseme yoktu. Belli ki kendi kendime gülmemin artık bir şakaya girmeyeceğini ve bunun ciddi olduğunu düşünüyordu. Derin nefes alırken kafasını önce sol yukarıya sonra sağ aşağıya, çenesiyle bir yarım daire çizer gibi hareket ettirdi. Kimse derin nefes alırken hareket etmemelidir. "Sen benim ne olduğumu düşünüyorsun ya?" dedim kimsenin duyamayacağı fısıltılı ve sinirli bir sesle. Çenesini son bıraktığı sağ aşağıdan hareket ettirmeden gözlerini hafif kaldırarak bana baktı. "Zavallı mı?" dedim.



14 Kasım 2012 Çarşamba

Bir Cumartesi günü öğleden sonrasının en güneşli bir kaç saatini uyuyarak geçirmekti, hayatımın yaşadığım dönemi. O gün öğlen saat 3'te uyandığımda hissettiğim pişmanlığı ilk kez 30'uma değdiğimde tüm gençliğimi düşünerek hissetmeliydim. Erken gelen hisler hep abartılı olur. Şimdi bütün o abartılı titizliğiyle karşımda duruyordu, benden biraz önce uyanmış ve bir gömlek ütülemişti. Cumartesi öğleden sonrası için asla tercih edemeyeceğim şey bütün hafta boyunca zaten giymek zorunda olduğum gömleklerden birini giymekti. Ütülü gömleği ve pantolonunu üzerine geçirdiğinde kendini şık bir adam zannedecek kadar komik bir yüz ifadesiyle aynaya baktı. Dışarı çıkma zamanı geldiği belliydi.

Yolda yürümeye başladığımızda, yüzünde bir zafer edası vardı. Ben her yoldan geçen insanoğluna baktığımda yüzündeki gülümsemeye biraz alay katılıyor ve bana yan gözle hafif bakışlar atıyordu. Karşıdan gelenlerin yüzlerine bakarak ne hissettiklerini ne düşündüklerini anlamaya çalışmam eğlendirmişti onu belli ki. Önümüzde, kavga ettikleri her hallerinden belli olan bir çiftten 21 yaşlarındaki genç kadın bir adım önde yürümeye dikkat ediyordu. Suçlu olmanın suçluluğunu yaşayan erkek ise, eninde sonunda yiyeceği "biraz acele etsene neden, geride kalıyorsun" fırçasını yemeden önce, hareketlerini ne kadar yavaşlatabilirse aralarındaki gerilimin o kadar yumuşayacağını zannediyordu. Bu kavganın galibini sadece yürüyüşün hızı belirleyecekti artık ve önde hızla yürüyen kızın yavaşlayığ, dün gece toplumsal baskının verdiği rahatsızlığa rağmen sevişmiş olmanın verdiği huzurla ve gevşemişlikle bütün gece koynunda uyuduğu bu genç adamın elini tutarak, bu tartışmadan kazanacağı avantajlardan vazgeçmeye hiç niyeti yok gibiydi. Bunları düşünürken, kafamı çevirip yanımda yürüyen o pis herifin suratına bakmadım bu sefer, baksaydım bana asla öğrenemeyeceğim bu kavganın sebebini asla öğrenemeyeceğimi anlatacaktı, biliyordum. Zaten bildiğim ve beni rahatsız eden şeyi ondan tekrar duymaya hiç de ihtiyacım yoktu. Karşıdan gelen "güzel" bütün dikkatimi dağıttı. İlk soru her zaman "Acaba onu tanıyor muyum?"dur, ikinci soru ise her zaman "Ben şimdi bu güzeli neden tanımıyorum?"dur. Hayır tanımıyordum ve tanımayacaktım, tanımam için de hiçbir gerekli sebep yoktu. Aynı yönü bile paylaşmıyorduk, paylaştığımız tek şey üzerinde yürüdüğümüz kaldırımdı. Güzel yanımdan geçinceye kadar kahverengi dalgın gözlerine baktım, sanırım yanımdan geçerken de istemsizce biraz kafamı çevirdim. Acaba beni veya yanımdaki adamı hiç fark etmiş miydi? Yanımda yürümeye devam eden yanlızlığa baktığımda başını aşağı doğru indirmiş, dudak kenarlarını yanak kaslarının izin verdiği sınırlarda kulaklarına doğru çekmiş ve evden çıkmadan hemen önce fırçaladığı dişlerini olabildiğince ortaya çıkarmıştı. Belli ki yanımda kendisinin yerine henüz arkamda gözden kaybolmamış olduğunu tahmin ettiğim güzelin yürümesini istememi çok imkansız bir hayal olduğunu düşünüyordu. Dalga geçmenin bile bir adabı vardır, üstüme gülerken kafasını sanki yaptığın şeyden çok utanırmış da bunu gizlermiş, sanki gözlerimin içine bakarak gülecek olsa ben acıdan kıvranırmışım gibi dalga geçemez benimle. Aklımdan arkamdaki güzele yetişip, "Bak şu ileride bekleyen kareli gömlekli yanlızlığım, biraz önce sana(size) aşık olma isteğim yüzünden benimle en onur kırıcı şekilde dalga geçti. Beni yanına alırsan bütün sevgimle seninle yürüyeceğim, yüzün sadece bir an daha gülsün diye bir gün boyunca başka hiçbir şey yapmadan seni nasıl mutlu edebileceğimi sanki hayatımın gerçek anlamı bunu düşünmekmiş gibi düşüneceğim ve yapacağım da. Çok mutlu olacaksın, çok. Eğer beni yanına almazsan bütün onurumu ayaklar altına alıp tekrar yanlızlığımın yanına döneceğim. Ne dersin?" diye sormayı geçirdim. Yapmadım. Hayır deseydi onursuz olmak zorunda kalırdım. Cevabı alındığında onuru zedeleyecek olan sorular sorulmazsa insanın onuru çok daha güvende oluyor.

Kahve içeceğimiz yere geldiğimizde, o önden gidip oturacak yer bulma heyecanını gizlemezken ben kahve sırasına girdim. Saat 4'tü ve benim içimde ilk kez 40 yaşında hissetmem gereken bir vazgeçmişlik vardı. Nasıl olsa kendime oturacak bir yer bulurdum...