10 Kasım 2007 Cumartesi

Kim beni önce adaya kapatıp sonra pazarlık yapıp hayatımı mahfeden?

Adadayım, yalnız ve tek ihtiyacı beslenmek olan bir adam. Ve bir kişi bana soruyor: "Sana bu adada beslenmen için iki yol sunuyorum. Birincisi sınırsız domates veririm sana, istediğin kadar yersin. İkinci şansın ise elma, muz ve üzüm. Ama şunu bil ki eğer elma muz ve üzümü seçersen, bunların ne zaman eline geçeceği belli olmaz. Bakarsın 1 hafta hiçbişey gelmez, bakarsın önüne yığılır yiyecekler. Hangisini seçiyorsun?". Ben domates sevmem ki...

Anaokulunda öğleden sonralarını yiyecek meyve veya sebze verirlerdi. Beş yaşındayken, bir gün domates ve salatalık geldi. Ben salatalıkları yiyip, domatesleri bıraktım. Öğretmenim bunu kabul etmedi. Yan sınıftaki sarışın ve korkutucu öğretmenin yanına götürdü beni. Önce kızdılar yemediğim için, sonra tek başıa bekleme cezası aldım, bitirene kadar masadan kakmayacaktım. Uzun süre önümdeki domatesleri inceledim. Uzu süreden sonra, geldiler. Sarışın hocanın yardımcısı kollarımı arkadan tuttu, sarışın hoca ağzımı elleriyle açık tuttu ve kendi hocam domatesleri ağzıma tıkamaya başladı. O gün bu gündür domates yiyemem; ama sadece o günkü şekliyle hazırlandığında.

Şimdi ben ne seçeceğim? Meyveleri seçersem, mutlu olurum ama ya 1 hafta, 1 ay vermezlerse hiç. Nerden bilecem ki? Yaşamak, mutluluktan daha mı önemli? Veya sevdiğin şeyi yemekten? Kaderimi onun eline mi bırakacağım yani? Domates, her acıktığımda aklıma gelmez mi peki? gelir tabi ve o zaman derim ki "Ben vazgeçtim, hadi bana domates ver." o da tamam der, "Ama emin misin?". Eminimdir açımdır çünkü. Domatesi alır ve şuursuz yerim. Doyduğum an ağzımda o nefret ettiğim tadı hissederim ve derim ki "Ben bununla yaşayamam, bana istersem açlıktan öleyim yinede meyve ver.", o da peki der "Ama bir daha değiştiremeyeceksin.". Kabul ederim, ta ki acıkıncaya kadar....

Bir gün anlarım ki, meyve yemenin tek yolu en çok acıktığın an bile dayanmayı becerip, domates yemeden durabilmektir. Bir kez iradeni kabul ettirdin mi, ondan sonra istediğin kadar meyve yiyebilirsin. Peki şimdi ne yapacağım?

Acaba kafamdaki kötü anılarını silip domatesle mutlu olabilir miyim? Onu da denedim, olmadı.

Hayatımda bir kez olsun iradeli davranıp, dayanmalıyım. Çağlarya'dayım, denize kıyısı olmayan uzak bir adada. Meyve yiyip mutlu da olamayacaksam, etmişim böle hayatın içine varsın olmasın...

Beni buraya kapatanın inadına bir gün kurtulacağım burdan, ve o gün......

30 Ekim 2007 Salı

Yol almak, durmamak, yürümek, ilerlememek...

Bir yolculuktayım. Bu beni özel yapmaz, çünkü herkes yolculukta. Ama beni ilgilendiren benim yolculuğumdur, diğerleri sadece gözlenip, örnek alınacak küçük duraklar. Hiçbir durakta durmayan bir belediye otobüsü kadar anlamsızdır, diğer insanları önemsemeyen kişiler. Evet, yolculuktadırlar, ama ne bişey alarak ne de bişeyler vererek, boş bir otobüs gibi. Ben anlamsızlığa katlanamam.

Ve yol alıyorum... Yol almaktan kastım, günlerin geçmesi. Benden o kadar bağımsız ve ben buna o kadar mecburum ki. Beş yaşımdaki halimle, bu günkü halimin temelde aynı olsa da, aslında bambaşka olması. Bir geçmişimin ve bir geleceğimin olması. Aynen kalkış ve varış saatleri belli bir otobüs gibi. Tek farkım belki de, duraklarımı ve yönümü kendim seçmem. Ya o da olmasaydı....

Ve durmuyorum hiç... Sürekli bir şeyler yapıyorum. Çok aktif bir hayatım olduğu değil bahsettiğim ki zaten yok; nefes almak kadar basit ve rutin bir olayı da "şey"den saymıyorum. Bahsettiğim en düşük nokta düşünmek sanırım. Vucudumun en az iş yaptığı anda bile düşünüyorum. Tabi benimle beraber bütün insanlar da, yine ellerinde olmadan... Ama bir istisna:"takılmak". geçmişe, belkide bir durağa, belki bir "şey"e takılmak ve orada kalmak. insanı durdurabilecek tek şey. durmamak lazım...

Ve yürümek... İşte bu bir seçimdir. Bazıları yürür, bazılarıysa yürümez, bu kadar basittir. Yürümekle anlatmaya çalıştığım önce sağ sonra sol ayağı ileri atmak suretiyle yapılan hareket değil. Hani duraklardan kalkarken otobüsün muavini şöföre bağırır ya "devam et kaptan" diye.
İşte öyle bir yürümek. Başka duraklara, başka yolculara... Peki ya ben, ben yürüyor muyum?
Yürümeye çalışıyorum, yürümeliyim, bilmiyorum nedenini ama yürümeliyim. Daha gidecek yolum var benim, yürümeliyim, ne olursa olsun, durmadan...

İlerlememek... Hiç bir koşu bandında zaman geçirdiniz mi? Başlarsınız, yürürsünüz, hatta belki koşarsınız ve yorulduğunuzda olduğunuz yerde banttan inersiniz. Garip aslında hayatın başladığı yerde bitmesi gibi. Bir hiçde başlayıp, bir hiçlikte biten hayat. Ve ilerlemek için çırpınan insanlar, nereye? Üniversitedeyim, yeni şeyler öğreniyorum, yeni hayatlar, insanlar tanıyorum. Ama ilerlemiyorum. Hep aynı yerdeyim. İlerlemeyeceksen, yürümek neye yarar?

İlerlememek, ama yürümek, sırf durmamak için, mecburen yol almak....

13 Ekim 2007 Cumartesi

8 Ekim 2007 Pazartesi

Karar vermek, o kadar yoğun ki, sanki her an...

İçimden hayat tesadüfler toplamıdır, her bir kararımız hayatımızı etkiler gibi geyikler geçmedi değil. Ama bahsettiğim karar vermenin dramatik etkileri, veya geçmiş ve geleceği değil, kendisi. Karar verme işi, daha doğrusu karar verme durumu.

Çok basit aslında bir çok kez herhangi bir restoranın menüsünden yiyeceğimiz yemeğe karar vermişizdir. Eğer canın bir mantı isterse ve gidip bir ev yemekleri restoranında bol sarmısaklı bir mantı yersen, bu pek de karar vermek olmaz sanırım. Eğer oturduğun yerde mantı ve kıymalı makarna varsa ve sen mantı yemeye karar verirsen, işte bu ilgi çekicidir. Çünkü bence kıymalı makarna yememek için hiçbir neden yoktur, veya mantı yemek için. İkisini de yemek istiyorsundur ama karar vermen gerekir ve dayanaksız bir karar verilir.

Aslında varmaya çalıştığım yer de çok basit "Her kararın arkasında mantıklı bir neden yoktur veya olmak zorunda değildir." İşte burda olayın en can alıcı kavramı devreye girer "amaç". Sadece amaçlara yönelik "mantıklı" kararlar verilebilir. Şöyle ki, amaç doymaksa sadece bir yemek almaya "mantıklı" karar verirsin, seçtiğin yemek sadece amaca hizmet eder bir seçim değildir.

Kafa karıştırıcı, ama yinede "neden" veya "nasıl" sorusuna cevap veremediğimiz sorular için açıklayıcı bir anlatım. Hani şu cevabı "ya öylesine, canım istedi işte" denilen sorulara. Peki bir kararlar bütünü olan hayatta nelerin mantıklı nelerin mantıksız seçildiğini nasıl anlayabiliriz?

Sanırım amaçlar bize yol gösterecektir. Bir filmden hatırlıyorum, bir çok filmden hatırlıyorum, oyuncu "Yola çıktım ve ayaklarım beni sana getirdi" der. Eğer dediğine gerçekten inanırsak, ortada mantıklı bir karar verme yoktur, ama dışarıdan bakan biri işin içindeki mantığı görüp yola çıkmaktaki asıl amacın, karşı kişinin yanına varmak olduğunu kavrayabilir. Çok basit gibi görünebilir ama insanların bilinçle yapmadığı şeylerin göstergesidir, yani içgüdüsel olarak insanda var olan ve insanın farkında olmadığı şeylerin tamamına tekabül eder.

Çok çok küçüklüğümden bir soru ve zor bir tane, belki gecelerce uyumadan üstüne düşünmüşümdür. Soru şu ki:"İnsanlar neden vardır?". Bu soru yukarıda anlattığım küçük bir resmin, gerçeği gibi. İnsanlar bin yıllardır yaşamış ve bu güne gelmişlerdir. Neden? Bizi burada tutan nedir?

Hayat bir kararlar bütünüdür, mantıklı ve mantıksız yani yeni koyduğumuz adla bilinçli ve bilinçsiz. İnsan sever ve bunda mantık veya bilinç aranmaz. İşte buradaki ince nokta. Benim inancıma göre bir şeyin mantığı olmaya bilir, ama olan herşeyde bir bilinç vardır. İnsandışı bir bilinç?...

Zamanın hep tek taraflı ilerlemeyeceğini bir matematik dersinde öğrendim, mantık dersinde. Neydi o "sadece ve sadece" iki taraflı önerme yani "<=>". Bazen amaçlar sonucu belirlemez, sonuçlar amaçların kesin kanıtlarıdır. "Bu sonuçlara sadece bu amaçlarla ulaşılabilinir." cümlesi, kurulması mantıklı bir cümledir.

Peki gerçekten neden insanlar vardır? Etrafa bakının, büyük ihtimalle bir binanın içindesiniz veya etrafınızda bir bina var, çok küçük görünüyor ama devasal şeyler, belki bir dolap vardır, ve içinde eşyalarınız, belki yatacak yumuşak bir yatak, paketlerin içinde hazırlanmış yiyecek şeyler, elektrik vardır, ve bilgisayar, en önemlilerinden biri de internet, etrafınızdaki her şeye teker teker bakın... Bunlar insanlığın sonuçları olduğu kadar aynı zamanda amaçlarıdır. İnsanlık dünyayı bu hale getirmek için vardır. Bu bir inanç değil, sadece yürütülmüş bir mantık. Çünkü bu sonuçlara ancak bu amaçlarla ulaşılabilinir....

Her an, amaca o kadar yakın ki, gittikçe daha yoğun, kararlar vermek....ve son,sonuç....

9 Eylül 2007 Pazar

"çağlarya", denize kıyısı olmayan uzak...

Çok küçükken dinlediğim ve yeni hatırladığım şarkılar var. Bir tanesi beni çok eskiye götürdü. Kilyosta bir meyhanede, doğum günümde içki içmeye başlamadan hemen önce, baktığım cdlerin arasında gördüm ve hemen şarkıyı çaldım. Benim için garip bir andı...

Çok eski zamanlarda bu sözler en başta bir şiir olarak karşıma çıktı. Tam da "Ben nasıl biri olmalıyım?" sorularını sorduğum sırada. Tesadüf... Yıllar sonra tam "nasıl biri olmalıyım" sorusunu kendime tekrar sorarken tekrar karşıma çıktı...

"Denizin üstünde ala bulut, üstünde gri gemi, içinde sarı balık, dibinde mavi yosun, kıyıda bir çıplak adam, durmuş düşünür... Bulut mu olsam, gemi mi yoksa, yosun mu olsam, balık mı yoksa? Ne o, ne o, ne o, ne o... Deniz olunmalı oğlum... Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla, deniz olunmalı..."

Deniz olabilmek... Eğer bir şeye gerçekten inanırsa yapabileceğini zanneden bir çocuk için çok güzel bir hayaldi. Ama şimdi deniz bana o kadar güçlü geliyor ki... Bulutlara kaynak olmak, gemileri sırtında taşımak, balıklara can vermek, yosunlarını en derinlerinde saklamak. Böyle bir deniz olmak mümkün mü?

Karmaşık aslında. Deniz kadar güzel ve deniz kadar tehlikeli bir şey yoktur, bence. "İnce Memed" dördüncü kitabında çukurovaya iner. Orada hayatında ilk kez deniz görür ve saatlerce hiçbir şey yapmadan sadece denize bakar. 40 yaşlarında ilk kez deniz görüyor olsaydım ne hissederdim acaba? Şimdi bile yüzlerce kez sefer görmüş olmama rağmen, her seferinde yeniden beni heyecanlandırabilirken hem de...

10.sınıfta sanırım, yaz ayında... Susanoğluna gittik, bir çeşit yazlık mekan. Biraz sıkıntı, biraz da babamla olan tartışmam (çok da nadir olur aslında) denize girdim. Çok sinirliyken anlamıyorsun, bir de hayatında ilk kez paletle yüzüyorsan. Durup geriye baktığımda sahili göremedim. Normalde korkmam gerekirdi ama denizin ortasında o kadar kendimi insanlıktan uzak ve güvende hissettim ki... Yorgunluğum bana artık geri dönmem gerektiğini söylüyordu. O uzun yolu dönmeden önce bir kere dalıp çıkmak istedim. Denize daldım ve içerde bir kaç kere paletli ayaklarımı çırptım. Yukarı çıkmak için kafamı çevirdiğimde, metrelerce aşağıda olduğumu gördüm. Çok büyük bir hata yaparak nefesimi de bıraktım. Sonra çırpınmaya başladım. Bu güne kadar ölüme en çok yaklaştığım andı. Elimi dışarıya çıkartabildim ama kafamı çıkartamadım. Son anda...

Çıktığımda uzun süre kendime gelemedim, yüzmem gereken de kilometrelerce yol vardı. Sahile çıktığım anı asla unutamam. Bitmiş haldeydim, aynı uzun süredir beni bekleyen ve ufukta kaybolmama şahit olan anne ve babam gibi... Deniz o gün beni neredeyse alıyordu...

Deniz olmayı denizlere bırakmalı. Ben küçük bir şehir olsam yeter, adını da çağlarya koyarım şehrin. Mutlu mesut yaşanır işte. Aynı şu andaki gibi huzurlu ve mutlu olur çağlaryalı, kendi evinde yani kendi içinde. Sadece isterim veya dilerim ki bir denize kıyım olsun. yok çünkü...

Çağlarya güzel bir şehir olmalı, aslında deniz olunmalı ama....

20 Ağustos 2007 Pazartesi

O duygunun adını koyabilen var mı? Bence bir isim verilmeli....

"İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim. Ne sevdiğim kişi benim yanımda, ne de ben olmak istediğim şehirde olacağım. İki ihtimal var: Ya ben bunların hiçbirini haketmiyorum yada bunları elde edemeyecek kadar beceriksizim." Sanırım karşılaştığım en zor problemlerden bir tanesi bu....

Çok değer verdiğim bir arkadaşın, bunaltıcı bir pazar akşamı, seyhan gölünün üzerine vuran ışıklarla havanın aydınlanabildiği bir saatte, sessiz ve yalnız bir tepenin üstünden, manzaraya karşı bira içerken, kurduğu bu cümleler yüzünden, başıma giren garip ağrı, aynı gecenin yarısında beni deli etmeye başladı. Aklımda başaramadığım şeyler....

Ben ulaşamadığım hedeflerim için hiç bu kadar kesin bir yargı sunamadım. Yani iki şıklı bir soru haline gelmedi benim başarısızlıklarım. "Haketmiyorum" ilahi havası olan bir kelime, tanrı inancı gibi. Hakettiğini düşünemezsin, hakkettiğine inanırsın. "Ben mutlu olmayı hakediyor muyum?" sorusunu soracak kişi kesinlikle kendisine önce "Kadere inanıyor muyum?" sorusunu sormalıdır. Çünkü eğer kadere inanmıyorsa bu sorunun cevabını asla bulamaz. Sadece bir saniye ayır ve kendine sor "şu anda sahip olduğum şeyleri hakediyor muyum?". Ancak kendine sorduğun bu tip bir soru haketmekle kader arasındaki bağı gösterebilir...

Sanırım anlatamadım. "Haketmek" beni aşan bir kavrammış. Kabul etmek lazım...

Peki ikinci ihtimal, o sanki daha mı kolay, "Beceriksizlik". "Beceri nasıl kazanılır veya nedir?" soruları ilgimi çekmiyor. Aslında soru değil, şu an sadece bir çözüm istiyorum. O yüzden ne yazık ki basit mantıklar yürüteceğim. Şöyle ki, eğer iki aylık bir bebek, kitap okuyamıyorsa, beceriksizdir. Başka bir deyişle, kitap okuma becerisi gelişmemiştir. insan, her "Ben bunu beceremem" dediği anda yeni bir eksikliğini keşfetmiş, ve bir sonraki sefer için deneyim ve beceri kazanmış demektir. Her insan temelde beceriksizdir ve beceri yaşadıklarınla kazanılır. Yani cevap beceriksizlik olamaz, eğer olsaydı teorik olarak elimizde hiçbir şey olmazdı...

Peki cevap ne, deli olacağım, beceriksizlik mi, yoksa hakketmemiş olması mı, ikisi birden mi veya hiçbiri mi, hiçbiri ise asıl cevap ne...

İnsan bir şeyi o kadar çok ister ki, bunu anlatamaz, sadece hissedebilir. Peki her şeyden çok istediği şeyin asla onu olamayacığını anladığı an yaşadığı duygunun bir ismi var mı? Kendini suçladığı, hayatı suçladığı, tanrıyı suçladığı, üzüldüğü, korktuğu, umudunu kaybedemediği, her şeyi göze aldığı, "artık ne olursa olsun" dediği, ağlaycak olduğu o anın bir ismi olmalı. Kendisine yoksa ben "o"nu haketmiyor muyum diye sorarken kalbinin ağırdığı, yoksa ben "o"nun yanında olamayacak kadar beceriksiz miyim derken gözlerinin dolduğu anın ismi nedir...

En çok istediklerime ulaşamadım, ya haketmedim, yada onlara ulaşmayı beceremedim... Adını bile koyamadığım bu iğrenç duyguyu iliklerimde hissederek birazdan gecenin karanlığına karanlığına dalacağım... İçimdeki ses her saniye aynı soruları soruyor, "ne hakediyorsun çağlaryalı, ne başarabilirsin?"

Yalvarıyorum, birisi bir isim söylesin...

5 Ağustos 2007 Pazar

Güzellikler... Aklımda ama yanımda değil. Peki nerde?

Timur, "Bire bir savaşta geçerli olan ne varsa, toplu savaşta da geçerlidir. Ozan nice yüreğiyle konuşur, yiğit de öyle yüreğiyle vuruşur. Ama liderin yiğitliği savaşın kazanılmasıdır. Bir de yürekle kazanılan savaşlar vardır ki, en geçerlisidir." der. İki kişilik savaşı anlar gibiyim. Topyekün savaşın liderliği de anlaşılır. Peki tek kişilik savaş...

Ya insanın savaşması gereken kişi kendisi olursa, o zaman ne yapmalı. Yiğit, savaşmaktan kaçmaz, savaştığı kişi kendisi olsa ve her halükarda yenilecek olsa bile. Kim kendine karşı yüreğiyle savaşabilecek kadar cesurdur ki?

Hayatımı etkileyen kavramlardan bir tanesi, "öteki" kavramıdır. Senin kafanda bir çağlaryalı var, bu yazıyı okurken düşünüyorsun onu, biçimlendiriyorsun, tanımlıyorsun. kafandaki kişi "öteki" oluyor ve hiç bir zaman gerçek çağlaryalı olamıyor. Basit açıklama böyle diyelim. Genel soru "insan öteki midir, yani diğer insanların kafasında canlandırdıkları kişilerin toplamı mıdır, yoksa kendisi midir?". Bu soru hakkında uzun zamadır düşünmeme rağmen, cevabını yazmakla uğraşacak değilim. Benim derdim başka. Soru ,yada sorun diyelim, şu ki, "Ya insan kendi içinde, kendisi için bir öteki yaratırsa?"

Genelde uzun süre kendine dışarıdan bakmaya çalıştığında gerçekleşen bir durum sanırım bu. Sonuç bir kısır döngü. Kendi içinde bir sen varsın ve o sen değilsin. Sanırım yeterince açık değil. Bir çeşit ,bilinçli bir şekilde, olduğun şeyleri yadsıyıp, olmadığın bir şey olduğuna kanaat getirmek diyelim. Anlattığım tanıma uyabilmesi için bir ayrıntı gerekli. Örneğin, kendisinin akıllı olduğuna inanan bir aptal bu sınıfa girmez, bahsettiğim kendisini aptal zanneden akıllı biri. Yani gerçekleri yadsımaktan bahsediyorum.

Ne dediğimi biliyor muyum acaba?

"Kendi ötekisi" kişinin olduğunu zannettiği kişi. Bir çok şeyin gizli nedeni belki. Eğer bir insanın "Kendi ötekisi" kendisiyle alakasızsa, işte o zaman o kişi çok tehlikeli olur. İkiye ayrılır burda da, eğer kendisinden yukarıda bir "Kendi ötekisi" yaratırsa etrafı için, eğer kendinden daha aşağıda bir "kendi ötekisi" yaratırsa kendisi için çok tehlikelidir. "Aşağı kendi ötekisi" sanırım hastalığıma koyduğum teşhisin bir ismi.

Şimdi savaşmalıyım, içimdekiyle savaşmalıyım. Bütün yüreğim ve cesaretimle, dengeyi kurmak için çaba sarfetmeliyim. Yoksa günden güne çürüyeceğim. Aynı şu an içimin acıdığı, kalbimin sıkıştığı gibi. Eğer çağlaryada yaşamak istiyorsam, olduğum şey olmalıyım. Bütün yüreğim ve cesaretimle savaşmalıyım.

Nerde mi? Yanımda değil, ama aklımda... Bütün güzellikler...

24 Temmuz 2007 Salı

Garip bir hüzün var içimde. Niye ki?

Aklıma hep olayı beceremediğim şeyler gelir. hep eksik olduğumu hisederim ve bu eksiklerimi kapatmak için çaba sarfederim. Ama aklıma bu sefer öyle bir şey geldi ki...

İyimserlik. Ben iyimser biri değilim sanırım. Çünkü aklıma sürekli beceremediğim şeyler gelir. Olmayacak olanları daha rahat görürüm. Burda bir kısır döngü var gibi geldi ama...

Bir süredir yazmadan düşünüyorum ve aklıma, gelecek hakkında veya kendim hakkında en küçük güzel bir şey gelmedi. Bu da bana lise yıllarımın hediyesi. Kendini beğenmemek. Bazen işe yarıyor. Etrafımdaki neredeyse bütün insanları kendimden değerli görüyorum. Onlar da değerli hissetmeyi seviyorlar. Böylece iyi anlaşıyoruz. Ama sanırım öyle olunca da kenimle iyi anlaşamıyorum. Anlaşamayınca iyimser olamıyorum. Kendisinin iyi olmadığını düşünen biri nasıl iyimer olabilir ki?

İnsanın kendisini değerli hissettirecek birisine ihtiyacı var. Bence bu genelleme doğru. Benim kimseye ihtiyacım yok diyen ya bir çok şeyi aşmıştır ya da doğruyu söylemiyordur. Eğer yoksa onu kendi yaratır. Yaratmazsa yaşayamaz.

Şimdi yalnızlıktan, şizofren bir şekilde, kafamda yeni birini yaratıyorum. Beni sevecek, yanımda olacak ve ara sıra bana güzel şeyler söyleyecek.

Yeni türkü'nün "resim" şarkısını dinleyin

"Biliyorum görünce beni hep tanıyordum diyeceksin,
Rüyalarımda hep sen vardın, hep tanıyordum diyeceksin."
İşte bir türlü içimde olmayan iyimserlik.


"Okuduğum her cümlede, konuştuğum her insanda, gördüğüm her güzellikte
Sen de varsın
Sen hep varsın"
ve işte benim içimde yaşayan sevgilim....

10 Temmuz 2007 Salı

geçmiş ve geleceği düşünmek üzerine düşünmek

Meğer üniversiteyi ne kadar sevmişim. Özledim....

Tatildeyken üniversiteye duyduğum özlem, tatildeyken yıllar sonra buluştuğum ortaokul arkadaşım, tatildeyken aklıma gelen lisede yaptığım salaklıklar, değer verdiğim bir insanın hatırlattığı ünlü bir düşünüre ait cümle "hayat sen gelecek hakkında planlar yaparken olup biten şeylerdir." ve zeki bir dostla yapılmış geçmiş ve gelecek adına yapılmış bir muhabbet...

Ve ben şu anda çağlaryalı tarihine dalmış durumdayım. Ne oldu, ne yaptım, nasıl yaptım gibi sorular. Ama farkettim ki kendimi eleştirmeden önce, tarih, geçmiş ve gelecek kavramlarını biraz daha düşünmeliyim. Hatta ne yazık ki daha önce tarih geçmiş ve gelecek kavramları üzerine düşünmek üzerine düşünmem gerektiğini, bahsettğim zeki arkadaşım sayesinde keşfettim.

Soru şöyle ki: "Geçmişi mi yoksa geleceği mi düşünmek daha kolaydır?"

Cevabım en başta kısaca "geleceği" oldu. Nedenin de şöyle açıklamaya çalıştım: geçmiş olup bitmiş şeylerdir ve değiştirme ihtimali yoktur. Daha da kötüsü nedenli ve sonuçlu bir durumdur. Daha da kötüsü sonuçları yaşadığın andır ve yaşadığın andan hiçbir gerçekliği saklamazsın. Oysa ki gelecek farklıdır. Gelecek hakkında düşünmek hayal kurmaktır. Hayallerin neden ve sonuçları yoktur. Sınırsız bir şekilde düşünebilirsin. Misal dünyayı bir gün yöneteceğin kadar uçuk bir hayalin bile olsa, veya acaba hangi işte çalışır nasıl biriyle evlenirim gibi gerçekçi soruların da olsa, en güzelini ve problemsizini düşünebilirsin. Cevabımda bir değişiklik yok.

Ama soru bir anda değişti ve şöyle bir karşılaştırma oluştu: "Geçmişi mi yoksa geleceği mi düşünmek şimdiye daha çok zarar verir?"

Buna cevabım ise geleceği düşünmek an itibariyle daha tehlikelidir. Geçmiş kesindir yapılmış şeyler vardır ve insan ancak yaptığı iyi ve kötü şeyleri nedenleriyle ve sonuçlarıyla düşünerek farkındalığını artırarak anını daha mutlu yaşayabilir. Gelecek ise insanı daha çok yorar. Klasik bir değişle "bilinmeyen insanı korkutur.". Yani geleceği düşündükten sonra insan kendini garip bir halde "E peki şimdi ne yapacağız?" sorusunu sorarken bulur.

Burda karşımıza iki insan tipi gibi bir şey çıkar: Geçmişi düşünerek zor olanı yapan ama zorluğun sonucunda bir şeylere ulaşan kişi ve geleceği düşünerek basit olanı seçen ama bir yere ulaşmayan kişi.

Tabi her insan geçmiş ve gelecek hakkında düşünmek zorundadır ve bir çok şeyde olduğu gibi bunda da denge önemlidir. Dengeyi kurabilene saygım sonsuz....

Oysa ki en güzeli ve hoşuma gideni geçmişten geleceğe geçtiğim anı düşünmektir...

28 Haziran 2007 Perşembe

dünyanın en mutlu adamı olabilirdim, ama....

Bu bir anlatım değil, bir soru, kendime sorulmuş bir soru, zor bir soru....

Yazının başının ve sonunun çelişeceğine şimdiden eminim.

Her insan mutlu olabileceğine göre dünyada her an bir kişi o anın en mutlusudur. İhtimallerin farklı olmasıyla beraber, her insan o anın en mutlu insanı olması mümkündür. İhtimal hesabı ise basittir. Bir bölü dünyadaki insan sayısı. Peki ben şu anda dünyanın en mutlu adamı mıyım? Bence değilim, çünkü yazıyı yazdığım an itibariyle mutlu bile sayılmam. Peki beni dünyanın en mutlu adamı olmaktan alıkoyan etken nedir?

Mantığım şu anda hayatımda eksik olan, daha doğrusu eksikliğini hissettiğim hiçbir şey olmadığını söylüyor. Doğru mu bilmiyorum, çünkü aynı mantığım hiç bir eksiği olmayan bir insanın mutlu olması gerektiği yönünde. Tam bu noktada mutluluğu iki farklı nedene bağlayıp durumu kurtarıyorum. Bunlar iç ve dış etkenler. Yani biri benim diğeri etrafım. Etrafıma bahaneler bulup kötüleyecek değilim. Beni seven ve mutlu olmamı insanların olması bile en büyük mutluluk sebebidir. Öbür taraftan ben... Bir kitapta geçen bir cümle hatırlıyorum: "Mutlu olmayı bilen bir insanı kimse mutsuz edemez." destekledim ve sevdim cümleyi ama bir tersi olmalı: "Mutlu olmayı bilmeyen bir insanı kimse mutlu edemez." cümlesini sevmedim, doğru da bulmadım. Bence herkes mutlu olabilir, hatta en mutlu olabilir. Bir yolu olmalı.

Mutluluğu tanımlayabilseydim, nasıl ulaşacağımı söylerdim. Tanımlardan çok şey çıkar, çok şey bilmeden de tanım yapılamaz. Mutluluğun tanımı için daha düşünmeliyim. Biraz da fikir almalıyım.

Çelişeceğimi biliyordum. Tanımını yapıp sınırlarını çizemediğim göreceli bir kavramı, "en" gibi bir sıfatla niteleyemem sanırım. Herkese göre en mutlu kavramı farklı olmalı ama şöyle bakınca daha güzel. "Bana göre dünyanın en mutlu adamı". O zaman da sınırlar çizilmemiş oluyor ama sınırların kabul edilirliği tartışılmıyor. Yani sınıra karar verecek tek kişi benim. Öyle olursa kendimi çok mu kolay kandırırım?