22 Kasım 2010 Pazartesi

Zaman toparlanıyor yanlızken. Toparlanıp, birleşip şimdi oluyor. Tüm zamanlar birleşince, bir anlık yanlızlığıma ağır geliyor. Müzik zamanı bölüyor. Zaman bölününce geçmiş, şimdi ve gelecek beliriyor. Sonra sesler şimdiyi alıyor, geçmiş ve gelecekten azad ediyor. Yanlızlığı zamana yayıyor, önemsenmez, umursanmaz, zarar getirmez ediyor. Müzik karanlığıma ses oluyor. Önce geçmişi düşünerek bu günü öldürmemi engelliyor, sonra geleceğim için bu günü feda etme hakkımı elimden alıyor.
Ve tam da şimdi kulağımdan sızan sesler, geçmiş ve gelecek tarafından terkedilmiş zamanımın yanlızlığı oluyor...

2 Kasım 2010 Salı

Bir fikir insanın aklına şarapnel parçası gibi saplanıyorsa, iki yol vardır ya bırakırsın kafanda o şarapneli ya da çıkarır atarsın. Yerinden çıkartırsan çok kan akar, kanı görürsün, en büyük korku ölüm gibi açık gelir, tam kafanın içinden. Çıkartmazsan göz görmez, sen bilirsin acıyı, acı geçer hemen, ama o zaman fikir zehirdir, yavaş yavaş yayılır. Herşeyi aradan çıkartıp korkularınla cesurca yüzleşmeye sıra geldiğinde, en kötü korkundan başlarsın. Beş yaşında bir çocuğun her gece yattığı salon kanepesinin yanınki, arka bahçeye bakan pencereden gördüğü karanlıktaki yapraksız ağacın verdiği korku gibi. Korktuğunun üzerine ancak korkacak bişey kalmadığı zaman gidebilirmişsin. Karanlık korkunu yenebilmek için karanlığın içine girmeye aydınlıkta karar verdiğin gibi. Bilerek gitmek istersin çünkü bilirsin ki bir gece sonra uyurken tekrar göreceksin karanlıktaki o ağacı. Hangi korkunun bir daha gerçek olmayacağına inanabilirsin ki. Korkunu yenme fikri aklına bir kez şarapnel parçası gibi saplandığında, iki yol var ya bırakırsın kafanda ya da çıkarır atarsın.

Şimdi gelip saplansa aklına uçurumdan atlama fikri, tam da kenarına gelsen uçurumun, atlayamazsın, birinin seni atmasını istersin, kimseye beni at diyemezsin, kimse seni atmaz, uçurumun kenarında öylece kalırsın ve sorarlar sana "neden uçurumun kenarına geçtin" diye. Korktuğun şeyi yenmek için atlamaya değer mi, sırf atladığında da yaşadığını gösterebilmek için atlar mısın? Atlarsan yerin yaklaştığını görürsün, yere çarptığında akan kanı görürsün, yaşamın tatlı yüzünü görürsün, atlamazsan döner gidersin, güzel ve mutlu bir hayatın vardır, uçurumun varlığı düşeceğin anlamına gelmez, ama her an kendine "düşersem yaşayabilir miyim?" sorunu sormadan duramazsın. Çünkü daha önce düşmüş ve ölümü görmüşsündür.

Ne atlayacak cesaretim var, ne unutacak gücüm. Durağan yapıyor bu beni. Ne yürüyen ne de duran, sadece durağan işte. Olduğum yeri sevmiyorum ama olmadığım yerde olmamayı seviyorum. Olduğum şeyi de sevmiyorum ama olmadığım şeyi olmamayı seviyorum.

Geceleri uyumadan hemen önce hayallerimde atlayacağım, sabahları uyandığımda yalanlarımda unutacağım korkumu belli ki. Bir kere daha o uçurumdan düşersem, kurtulmaya çalışmam çünkü, kendimi onun kucağınaa bırakırım. Zaten uçurumdan düşeceksem, elimden tutup kurtaracak kimse de kalmamış demektir. Huzurla ölürüm.

Biri uçurumun tam kenarındayken elimi tutsa, dese ki "kalk gidelim, burası soğuk, gideceğimiz yer sıcak buradan, uçurumdan düşemezsin gideceğimiz yerde". Desem ki ben de "nasıl olur, uçurum her yerde, uçurum benim içimde" ve alayla gülsem.

Belki bana der ki "Bak etrafına o zaman, ben varım, biz varız, artık uçurumdan düşemezsin çünkü biz zaten uçurumun en dibinde hep beraberiz, farketmiyor musun, düştün ve yaşıyorsun..."

unuturum en büyük korkumu, kanım donar, zehirim arınır, mutlanırım...