29 Haziran 2012 Cuma

"Üffff" dedi, bozuldum çünkü neredeyse aynı benzerlikteki cümlelere bir kaç gün önce katıla katıla gülmüştü. Bir insan tutarlı olmasına rağmen aynı olaylara farklı tepkiler verebilir, bunu söylüyorum çünkü onun asla tutarsız biri olduğunu düşünmedim. Ama karşıdakinin hareketlerini önceden tahmin edebilmenin verdiği rahatlığı yaşamak isterim, bu nedenle aynı cümlelere iki farklı zamanda iki farklı tepki almak can sıkıcıydı. Bunu yapma nedenini anlamış olmanın iç huzuru içerisindeyim şimdi, çünkü o bir "arttırıcıydı".

Arttırıcı, toplu ortamlarda hem genel hem bireysel çıkarlar için duyguları arttıran kişidir. Şöyle örnekleyelim, muhabbetimizde 3 kişi olsun: anlatıcı, dinleyici ve arttırıcı. Arttırıcının görevi burada dinleyicinin hislerini önceden tahmin ederek sonrasında abartarak anlatıcıya yansıtmaktır. Sonuçları şöyle gözlemleyebiliriz; dinleyici mutlu olur, onun hisleri paylaşıldığı için arttırıcıya sevgi besler ve yalnız olmadığı için keyiflenir. Arttırıcı, anlatıcının konuşmasından komisyon alan kişidir. Tabi bu eleştirilecek bir durum değildir, sadece anlatıcıya zarar verme ihtimali vardır. Anlatıcının bir, dinleyicinin beş kişi olduğu bir muhabbeti düşünün. Arttırıcı tek bir "üff" ile kendisi dahil altı kişiyi keyiflendirip fayda sağlayabilir. Bu durumda yapılan hareket toplum yararınadır diyebiliriz. Tabi ki arttırma işlemi sadece özgüveni en üst düzeydeki kişiler tarafından hayata geçirilebilinir. Bunun nedeni de "kaldıraç etkisi"dir (bkz: kaldıraç etkisi). Eğer topluluğun genel hissini yansıtabilirse büyük kazanır, yansıtamazsa büyük kaybeder ama dinleyicinin iki tarafa da meyli olan durumlarda verdiği tepki ile diğerlerinin düşüncelerini etkileyebileceğinden ters köşeye yatmadığı sürece kazanır. "Üffff" dediği anda yanındaki insanı düşündüm, yüzünde küçümser bir ifade vardı; gülmekten yerlere yatarken yanındaki insanları düşündüm, onun kadar olmasa da gülüyorlardı. Tepkileri anlatıcıya göre değil, dinleyiciye göre yapmak tutarlı bir harekettir.

Arttırıcının olduğu yerlerde anlatıcının rezil olmaması veya kötü hissetmemesi için, dinleyicilerin hislerini doğru tahmin etmesi ve arttırıcıyı önce kendi tarafına çekmesi gerekir sanırım. Ama diğer taraftan en güzel muhabbetler de, anlatıcı ve arttırıcının takım olduğu ve birlikte hareket ettiği muhabbetlerdir, keyfine doyum olmaz...

24 Haziran 2012 Pazar

Kendimi herkesin uyum sağlayabileceği bir konu açma gereği içinde hissediyordum. İnsanların benim konuştuğum şeylere ihtiyacı olmadığını fark etmem gerekiyordu zaten hayatımın bir yerinde. Gerçekten ihtiyaç olan, herkesin tatsız olduğu, kimsenin yeni bir konu açma ihtimalinin olmadığı durumda bile konuşmama ve yeni bir konu açmam ihtiyacı yok kimsenin. Bana "E konuşacak bir şeyimiz yok, belliydi böyle olacağımız" dedi, dedim ki "insanın konuşacak bir şeyi olmamasının tek bir nedeni anlatmak istememesi olabilir, başka bir neden olduğunu zannetmiyorum" dedim. İnanmadı tabi, veya da ne fark eder ki diye düşünmüş olabilir, sonuçta konuşacak bir şey yoksa nedenini kim umursar. Kabul etmek istemedim konuşacak bir şeylerim olmamasını, girdim bir yerlerden. Uzun zamandır yaptığım en güzel muhabbetlerden birini yaptım ondan sonra. Konuşacak ne çok şey varmış...

Ama şimdi işler farklı, herkes burada, konuşacak konu çok ama konuşulacak hiçbir şey yok. Sadece konu açmak istemediğim için susarsam ne oldu diye sorarlar, çünkü susmam ben normalde. Bir arkadaşımın "ağız ishalisin sen" demişliği bile vardır. Yardıma ihtiyacı olmayan kişilere yardım etmeye çalışmak saçmadır. Kimsenin yardımıma ihtiyacı yok, bu güzel. Kimsenin varlığıma da ihtiyacı olmadığı anda ise, kötü.

Neyse ki her şey güzel...

21 Haziran 2012 Perşembe

"Olmaz" dedi ve ben buna hiç şaşırmadım. Saçma bir neden de sundu, sırf bir neden sunmuş olmak için. Ben çok daha iyi nedenleri önceden biliyordum zaten. O yüzden çok da kurcalamadım. Benden önce aynı soruyu başka şekillerde başka yerlerde soran herkese de "Olmaz" dediğini tahmin edebiliyordum, çünkü o bir olmazcıydı, tarz meselesiydi yani. Bence şu hayatta yapılmış en mucizevi veheyecan verici makina saattir. Her gördüğünde insanı şaşırtabilir, iki kere baktığında aynı şeyi göstermez çünkü. Diyelim ki aynı şeyi görmek için her gün aynı zamanda saatine baktın -kimse bakmaz aslında ya benim boş zamanlarımda bunu yapmışlığım var itiraf ediyorum- ve aynı saati tekrar gördün. Öyle olunca tam  aynı şekli gösterdi gibi hissediyorsun ama üzerinden o kadar zaman geçmiş oluyor ki sanki böyle yeniymiş gibi, sanki saatim tam da oraya ilk kez gelmiş gibi ve bir daha asla akrep, yelkovan ve saniye göstergeci (ezikliğine üzülmüşümdür hep saniye göstergecinin, sadece saniyeyi gösteren bir saatim olsun istedim hep, soranlara sadece önümüzdeki dakikaya 20 saniye kaldı diyebileceğim bir saatim) tam bu şekilde duramayacakmış gibi. Zaman hep ileri hareket eder derler, bu gerçekte hep doğru değildir. Gerçekte, olmazcılar için zaman saat gibi ilerler. Kendileri değişsin ama aslında dünya hiç değişmesin isterler olmazcılar. Sürekli ilerlediğini aslında sizin de onun gibi ilerleyebileceğinizi anlatırlar sizlere. Zaman ciddi bir kavramdır dostum, nasıl ki bir saat asla yanlış vakti göstermemeli ise olmazcı da yanlış yapmamalıdır. Yapsa bile basit bir ayarlama gerekir düzeltmek için herşeyi ve kaldığı yerden hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Etrafındaki insanlar hayranlıkla izlerler olmazcıyı, tik tak tik tak tik tak... Zamanı öğrenmek için saate bakmak veya saati sormakla, yapman gerekenleri öğrenmek için insanların onayına bakmak veya onayını sormak çok benzer hareketlerdir. Gerçekten kaybolmamışssan saatin kaç olduğu hakkında hep bir fikrin vardır ama her zaman kesin olmasını istersin, sorarsın o yüzden cevabını bildiğin soruları. Bu yüzden hep tekdüzedir işte olmazcının hayatı, çok büyük değişiklik olmaz ama hep kıskanılır bir taraftan. Çünkü güçlü ve istikrarlıdır, hep ilerler bir de. Kıskanır da olmacı kıskanıldığı gibi, kıskanmasının nedeni yanlışa tahamülü olmamasıdır. Şimdi kalkıp bana, "Olmaz" dese ve olmasa zaten dert yok, olmamasının en ufak bir ihtimali varsa zaten asla "Olur" demez, ama ya "Olur" derse ve gerçekten olursa! İşte bunu kıskanır, çünkü onun tam yirmidört saat sonra nerede olacağı bellidir, herkesin de belli olsun ister. Saatin sayılardan oluşması çok üzücü gelir bana, keşke saati mühendisler değil de psikologlar bulmuş olsalardı, bu kadar acımasız olmazlardı en azından zamana karşı. bir de keşke ben psikolog olabilseydim. Bir olmazcı bana gelip aslında neler neler yapmak istediğini ama nelerin neden olmayacağını uzun uzun anlatsaydı. Çekmecemden bir tane sadece saniye göstergeci olan bir saat çıkarıp koluna takardım ve "Her olmaz diye düşündüğünde bu saniyeye göstergecine bak, şimdiki zamanın sadece dönüp durduğunu göreceksin" derdim.

20 Haziran 2012 Çarşamba

İstemek ve aramak arasındaki bağlantı, her zaman gözle görülebilir değildir. "İnsan ne ister?" ve "İnsan en arar?" gibi iki ağır sorunun üzerinde yorum yapacak kadar bilgim veya fikrim yok, ama bu soruların arasındaki benzerliği görebiliyorum. Bir kişi bana "Aramıyorum ama istiyorum" dedi çünkü. Ufak ve rahatsız edici bir gülümseme belirdi yüzümde en başta, çünkü ilk anladığım anlam çok basitti "fikir var, eylem yok" demekti bu cümle. Düşünülen her şeyin gerçekten var olduğuna inanmam aslında, bu konuda Descartes ile pek anlaştığımız söylenemez. Ama bu noktada durum farklı, insanın kendi eylemlerine, kendi isteklerinin yaptığı etkiden bahsediyoruz. Bir insan gerçekten bir şeyi istiyorsa bu konuda eyleme geçmenin onun için bir seçim olduğundan emin değilim, hatta bir tahmin yürütecek olsam "olmadığını" söylerdim. Bu nedenle "fikir var, eylem yok" durumu, istemek-aramak ikilisi için sadece bir yanılgı olabilir. Aslında isteklerine yönelik eylemler yaptığının farkında olmayan bir insanın yanılgısı diyebiliriz. İşte bu yüzden karşımdakini benden bir kaç saatliğine iğrendirecek o gülüş yüzümde belirdi. Kişinin insan ilişkilerini, karşısındakinin söyledikleri hakkında aklından ilk anda geçenler belirler galiba, hiçkimse benden iğrensin istemem. Bir yazı geldi aklıma. Evet, ben bir manyağım ve aradım buldum yazıyı, "... insanın yaptığı tek şey aramaktır. Yüzerek okyanusları geçiyor, bu yolda ölümü göze alıyor, ama onu gerçekten bulmaktan da inanın çok korkuyor. Onu bulunca arayacağı başka bir şeyin kalmayacağını hissetmektedir çünkü... İnsan aradığını bulduktan sonra nereye gidecek?" (Yeraltından Notlar, Dostoyevski). Hiç sevmem alıntı yapmayı, hele de klişe bir fikir ise, başkalarının düşüncelerini benim kafamın içerisinden geçirmeden yazmaktır çünkü alıntı yapmak, yazılmışı tekrarlamaktır. Ama direkt "aramak her zaman bir korku barındırır" deseydim kimse bana inanmazdı. Bırakın aramanın kendisini fikri bile korkunçtur. Bu yüzden hepiniz "istersiniz ama aramazsınız", haklısınız da. Düşünceleri, hayalleri, rüyaları ve istekleri mantıkla açıklamak zorunda değilsiniz, bu bir çizgifilme "çok mantıksız" demek gibidir. Diğer taraftan, eylemler için bu kadar yumuşak değildir insanlar, ki ben hiç değilimdir. Eylemler mantıkla açıklanmalı. Sosyal bozukluğun en önemli göstergelerinden bir tanesinin, "istemek" eylemine "neden" sorusunu sormak olduğunu düşünürüm hep. "Neden mantı istiyorsun?", "E canım istedi.", "Ama yani neden, bir nedeni yok mu?". Ben vereyim cevabı, "Yok, olması da gerekmiyor zaten". Çünkü mantıkla açıklanamayan bir şeyler olmalı hayatta, her şey mantıkla açıklansaydı hayat çok çirkin, basit ve anlamsız olmaz mıydı? İnsan özgürce hayal kurmalı, istemeli. Anladım sonra "Aramıyorum ama istiyorum" derken  içten içe ne kastedildiğini, "Her şeyi mantıkla açıklamak zorunda mıyım yahu? Çünkü arama eylemini gerçekleştirmiyorsam, sadece istemek eylemi yaparak "neden" sorusundan kaçabiliyorum, lütfen bana aslında aradığımı da göstermeye çalışma, bunu öğrenirsem mutlu olmayacağım". Şimdiki düşündüklerimi düşünmüş olsam "Korkma" derdim "Sen zaten mutsuzsun"... 


19 Haziran 2012 Salı

Uzun zaman önce çok beğenerek dinlediğim bir hikaye vardı, paylaşmak isterim...

Geçmiş zamanda Belçika'da doğup büyümüş genç bir adam varmış, "Long" derlermiş ismine, onurlu, zeki ve mert bir adammış. Kamyoncuymuş, komyoncu olmayı seçmiş mi yoksa zorla mı olmuş bilinmez ama mesleğini çok sevmiş. çünkü zaten aynı yerde 1-2 gün kaldıktan sonra dayanamaz kaçmak istermiş. Kamyonuna binip dünyanın heryerini gezmek tek mutluğuymuş, hayatını bu şekilde geçirmekten başka bir düşünce aklından hiç geçmemiş. Ta ki...

Suriye tarafına bırakması gereken bir yükü götürürken güneydoğu anadolu bölgesinde bir köye uğramış yolu. Su içmek için çeşmenin başına gittiğinde orada Hicle'yi görmüş. Bir süre seyretmiş öyle, hayran olmuş. Sevmek, aşık olmak, beğenmek, hoşlanmak... Bir çok kelime var ilk görüşte yaşanan o duygu için ama Long hayran olmuş. Yani oracıkta kızın haberi bile olmadan bütün ömrünü onu izleyerek geçirebilirmiş. Hayranlık bir platoniklik taşır ya, belkide o yüzden. Ama sonra, kız dönüp ona bakmış, gözgöze gelmişler, hissetmiş ikisi de, yaklaşmış kıza doğru ve konuşmadan anlaşmışlar sanki. Long bir süre köy etrafında kalmış gidememiş ama aldığı işi yarıda bırakamazmış. Gitmesi gerektiğini son bir kez taşıdığı malları bırakacağını ve sonrasında sonsuza kadar orada kalacağını anlatmış, yola çıkmış.

Hicle'nin ailesi durumu farketmiş, bir kaç gün içinde düğün dernek kurulmuş, evlendirme kararı alınmış. Long döndüğünde düğünle karşılaşmış, içinde karşı konulamaz bir acı hissetmiş, yanmış. tam dönüp yoluna gidecekken gözgöze gelmişler yine, anlamış Hicle'nin bu evliliği istemediğini. Bir fırsat bulup kamyona atlamışlar, kaçmaya başlamışlar, Hiclenin ailesi arkalarına düşmüş. Hatırlamadıkları kadar yol almışlar güneye doğru, ölümleri pahasına. Sonunda kamyonun onları yarı yolda bıraktığı yer bir çölün ortası olmuş. İnip koşarak devam etmişler. Bir yerden sonra kumların arasında iki sevgili gözden kaybolup gitmişler, sonsuz ölümlerine doğru.

İşte o gün bu gündür bütün kamyonların, tırların arkasında bu iki aşığın anısına "long ve hicle" yazarmış...

18 Haziran 2012 Pazartesi


Karşıdakini eleştirirken kullanabileceğin birbirinden farklı 3 kişi vardır. 

"Ben" vardır öncelikle, "Ben daha önce ... yapmıştım" gibi, kendi başından geçen deneyimleri anlatır. Karşıdakini kendine benzeterek aslında ne kadar değer verdiğini göstermeye çalışır ve aslında eleştirdiği şeyin aslında normal olduğunu, kendisi dahil herkesin yaptığını ama sonuçlarının iyi olmayabileceğini örneklerle gösterir. Zordur böyle eleştirmek, çok şey yaşamış olmanız veya çok iyi hikaye uydurabiliyor olmanız gerekir ki her konuda bu şekilde bir örnek bulabilesiniz. Kötü tarafı, eleştirdiğiniz kişi çok nadir dinler sizi böyle konuşurken, üzerine alınmaz, bir yerde "banane yahu" diyerek kaçacak zannedersiniz. O yüzden "parent to child" olunca anlamsızlaşan bir oyundur, "adult to adult" olarak çalışması gerekir, eleştirinin doğasına aykırıdır bu nedenle, (adult, parent, child ilişkilerini için öğrenmek  için http://www.ericberne.com/transactional_analysis_description.htm).

"Sen" en çok başvurulan eleştiri yöntemidir, çünkü "Ben"in aksine tam bir eleştiri silahıdır, acımasızdır. "Sen hep .... yapıyorsun" gibi örnek verilebilinir. Gizli anlam taşır, "Sen yapıyorsun" demek temelde "Ben yapmıyorum" anlamı da taşır. "Bencilsin" derken, "oysa ki ben öyle değilim" de demiş olursun. İnsanı kendisine yöneltilen eleştirinin tartışılamaz derecede net olduğuna, anormal bir hareket veya kişilik özelliği olduğuna ikna edilir ve en kötüsü de meselenin çözümü hiç önemli değildir. En güzel tarafı karşıdakinin mesajı net bir şekilde alması ve kabullenmesidir, Ayrıca "parent to child" çok rahat oynanılabilinir. 

Son olarak "O", yani "bir arkadaş", yani "Hakkı Amca'ların çocuğu" mesela, yani "bizim ofisteki bir kişilerden bazıları" gibi bir şeyler... Genellikle de belirsiz bir "O"dur bu. "Bazıları var, ... yapıyorlar, o yüzden onlardan bir cacık olmaz" şeklinde bir eleştiri. Kötü ve iyi taraflarını yazmak zor. Karşındakini hiç kimsenin yerine koyarsın, değersizleştirirsin, alınmasını sağlarsın ama alınırsa da "ne alakası var, ben senin için mi söyledim, bazıları böyle yapıyor diye anlatıyoruz" deme hakkını saklı tutarsın, cümleleri boğaza dizersin, savunmasız bırakırsın. Böylece hiçbir sorumluluk almadan eleştirmiş olursun. "O" ile eleştiri yapmak bence karşıdakini kaybetmeyi göze almaktır...

Özne, bir eleştiri yapılırken karşıdakinin kendisine vereceği kimliktir.
Ben, Sen, O
İyi, Kötü, Çirkin...

17 Haziran 2012 Pazar

"Kendini değerlendir" dedi bana, dedim ki "Sen değerlendirmeyecek miydin?". Bazı eleştiriyorlar beni, neymiş efendim kelimelere çok takılıyormuşum, anlamlar o kadar da gözle görülür değilmiş, kelimeleri çarptırıyormuşum. Mesela "Olmadı yar, Su testisine dolmadı yar" derken şair "testis" demek istemiyormuş Aslında orada "testi" deniyormuş. İnsanın anladığı leş gibi olsa bile anlatılandan önemli değil midir. Ben inerim kelimenin köküne arkadaş, ben herşeyin köküne inerim, bilirim ki görünen şeyler zaten çözmek için basittir. Yok basit de yaşanır şu hayat da ne keyfi var ki yani. Al sana kelime bak, "değerlendirmek". değ(mek)->değer->değerlen(mek)->değerlendir(mek). Birisi sana "değerlendir" dediğinde bu akış nasıl geçmez ki aklından. Çünkü kelimenin sonu "konu hakkında genel bişeyler anlat" anlamına gelirken, kökü "konuyu daha değerli hale getirecek bir şeyler söyle, daha doğrusu bu konunun değeri nedir, ederi nedir onu söyle sen kısadan bize" anlamı taşımıyor mu? Değeri nedir? "Abi bu paraya ne alınır" gibi bir soru bu. Kaç para eder, ne kadar anlamı var, kim konu için neyinden vazgeçer, o değil de biz bu konuyu neden konuşuyoruz, anlat işte. Aklıma geldi şimdi, biri çok küçükken sormuştu bana şu klişe soruyu "Bir zamanlar insanlar amerika kıtasının olduğunu bilmiyorlardı, o zamanlar amerika kıtası desen kimse bişey anlamazdı, peki sence gerçekten o dönemde bu kıta var mıydı, yok muydu?", cevap mantıksal olarak "evet vardı", ama duygusal olarak herkesin içinden bir hayır geçer. zaten geçmiyor olsa, bu soru o duyguyu hissettirmese böyle bir klişeye dönüşmezdi. Değerlendirmek de öyle geliyor bana işte, "Bir değer vardır mutlaka ama ben bilmiyorum, anlat bakalım", yani değerlendirme isteği yapıldığında kimsenin bilmediği amerika kıtası gibidir konunun değeri, var ama yok. "Kendini değerlendir" dedikten sonra sanki ona hiç görmediği bir kıtayı anlatacakmışım gibi gözümün içine bakmaya başladı. Kendine değer biçmek ne demek yahu? "var ve yok" sorunun cevabı bu kadar saçma işte. hadi düzgün bir cevap verecek olsam, "Ben benim için dünyanın en değerli adamıyım ve ben bana göre dünyanın en değersiz adamıyım", işte aslında böyle düşünüyorum. Ama ben de saf değilim biliyorum sorunun bu olmadığını. ben de kendimi değerlendirdim, değerli bütün yönlerimi anlattım, değersiz olan taraflarıma bahaneler buldum, açıkladım, çok konuştum. en sonunda "mhh, dedi o kadar da değerli değilmişsin.", "Baştan bunu söyleseydin şu anda acı çekmiyor olurdum" dedim...