28 Kasım 2012 Çarşamba

4

Koltuktan kalktı, gitti. Merdivenlerden inerken birbirlerini görmüşler midir diye düşündüm, acaba O, merdivenden çıkarken, sevimsiz suratlı yalnızlığımın hemen yanından aşağıya indiğini fark etmiş miydi? Sormak istedim ilk gördüğümde ama o kadar sıradan bir şekilde bana doğru yürüyordu ki, biraz önce masamdan yavaş ve sert hareketlerle tek kelime etmeden kalkan adamı hiç de tanımış gibi değildi. Bir kişi çok şeyi değiştirebilir belki ama herhangi bir kişinin gelip bir şeyleri değiştirmesi, bel bağlanamayacak kadar küçük bir ihtimaldir. Bir metre yanıma kadar geldi ve "Naber?" dedi.

"Midemi ne bulandırır biliyor musun? Yüzümün alabileceği sonsuz şekilden bir tanesine karar verenin reflekslerim olmadığı zamanlar oluyor. Yüzün aldığı şekil doğal olmalı değil mi, insan hadi güleyim veya hadi suratımı asayım dememeli. Bak ne diyorum: Kontrolsüzlük insanı düzene götürür ya, bilinçaltı bilince göre her zaman daha kararlı ve tutarlı olmuştur, ne yaptığını bilir. İşte benim içine sıçtığım bilinçaltım benimle konuşmadı mı midem bulanıyor arkadaş. Al, lanet olsun tamam hadi karar veriyorum - başına yeni bir olay gelmiş, canı sıkkın ama anlatmaya da çok hevesli yüz ifadesi istiyorum -  sonra da bu yüz ifadesiyle - fena değil, senden? - diye soracağım ki sen de "hayırdır" diyebilesin." demek giriş için çok uzun olurdu. Yaptığın her hareketi karşındakine açıklayamazsın,  ben de açıklamadım. Onun yerine "Fena değil, senden?" diye soracaktım yalnızca ama vazgeçtim. Göz göze geldik bir an, gözlerinden korkuyorum. O anda bilinçaltımla barıştım hemencecik. Bilerek bir şey dememişti çünkü anladım. Hislerimi yansıtacak en iyi şeyin "Naber?" sorusuna bir kaç saniye içinde verilemeyen bir cevap olduğunu nereden bildi. O şaşkın bana baktı, geçen süre garip bir gün geçirdiğimi anlayatacak kadar uzun, "Naber dedim, huop orada mısın?" sorusuna girişmesini engelleyecek kadar kısaydı. Satrancın bile ilk hamlesini  sevmem ben, her seferinde şah tarafındaki filin önündeki piyonu bir kare oynatmak gelir içimden. Çünkü bu gereksiz hareketin karşı tarafta yaratacağı hissi görmek isterim. Satrançta ilk yapılan hareketin her zaman telafisi vardır, iki kişi konuşurken ise her zaman yoktur. Gülerek "iyilik sağlık ya senden naber" dedikten ne kadar zaman sonra dert anlatabilirsin veya biraz önce çok sevdiğin birini kırmışsın gibi "Sorma ya" dedikten sonra ilk ne zaman dengesiz damgası yemeden gülebilirsin.

"Garson dediğimde aklına gelen ilk garson şekli yaşam standardını belirler" dedi bir zamanlar bir kişi bana. Aklıma gelen ilk iki garson birlikte geldiler ve önüme aklıma gelen ilk iki menüyü bıraktılar ve sordular birlikte "Bugün muhabbetinizde ne almak isterdiniz?". Muhabbete çok açtım. Başlangıç olarak garsonların birinden az domates çorbası üstü bol kaşar diğerinden körili karides istedim. Sonra O'na "Fena değilim ya iyiyim, senden naber?" dedim. Önüme karidesli domates çorbası getirdiler sanki, tadını sevdim. 

- İyiyim ya, ben kahve alacağım sen ister misin bişey?
- Ha yok ben içtim ya, sen al.
-Tamamdır.
-.....
- Eee nasıl gidiyor?
- (Midemi ne bulandırır biliyor musun?)




15 Kasım 2012 Perşembe

Zavallı mı? Kesinlikle değil. Hem ben boş boş gülmüyorum. Ne demek yani "Gerçekten mi?". Niye yalan söyleyeyim ki anlamadım. Hayır, yalan söylemiyorum. Gerçekleri söyleyebilecek olmam bir zavallılık değildir. Söylediğim gerçekleri söylememin zavallı olduğunu söylemiyorsun, zaten zavallı olduğum gerçeğini söylediğimi söylüyorsun öyle mi? Hayır, sadece sen, içinden geçenleri gerçekten söyleyenlerin ancak kaybedecek hiçbir şeyi olmayan zavallılar olabileceğini düşünüyorsun. Oysa ki benim kaybettiğimden çok çok daha fazla kaybedecek şeyim var hala. Ve sadece daha fazla kaybolmamak için kaybettiğim gerçekleri söylüyorum ben. Hayır, boş boş değil, sadece bir sebebi olmadan gülüyorum.

Yukarıya çıktığımda pencere kenarına oturmuş, kitabı önüne açık, dışarıyı izliyordu. Yol boyunca süren gerilimden sonra benim dışımda bir şeylere konsantre olmuş olması beni rahatlatmıştı. Bardağın yanından damlayan kahve damlasını bir dil darbesiyle kurtarma telaşım koltuğa gereğinden sert temas etmeme neden oldu. Koltuk çirkin bir sesle 1-2 santim geriye giderken, sesten rahatsız olmuş bir ifadeyle bana döndü, baktı. Kitapta kaldığı yeri en başta bulamamış olacak ki sağdaki sayfanın üzerinde biraz göz gezdirdikten sonra bir önceki seferde bir sayfa eksik okuduğu için, önünde uzanan yüzlerce sayfaya bir tane daha eklenmiş olmasının sıkıntısıyla soldaki sayfaya geçti. Kitap okumak hiçbir zaman kitabı bitirmek kadar zevkli olmamıştır. Hiç bitmesin istediğiniz kitaplar olabilir ama hiç bitmeyeceğini bildiğiniz halde okumaya devam edeceğiniz bir kitap olamaz, olsa bile kitabı okurken keyif alamazsınız. O da kitabı bir an önce bitirerek yeni bir kitaba başlamak istiyordu normal olarak. Kahveden bir yudum aldım. Saçma ama, çocukların yapamayacağı bir şeyi, kahve içme işini yapıyor olmak birden kendimi çok olgun hissettirdi. Küçüklüğümde annemin kahve fincanını tutuşunu, o kahve fincanının üzerindeki mat renkli şekiller sanki içindeki şeye gerçek tadını veriyormuş gibi kahveden içmekten çok o fincanı baş ve işaret parmağımla tutarak dudağıma götürmeyi isteyişimi düşündüm. "Çocuklar kahve içmez"di işte.Çocukluğum çok uzak değildi oysa ki. En iyi anlaştığım çocukluk arkadaşım karşımda oturuyordu. Çocukken her gece ama her gece birlikte odamda müzik dinlerdik, aşkımızı da derdimizi de odada birlikte paylaşırdık, kitaplarımızı birlikte okur, sinemaya hep birlikte giderdik. Geceleri uyumadan önce henüz uykuya dalamamış dostumun gözlerine bakıp, "Bu yalnızlık benim" diye iç geçirirdim. Sonra Yeni Türkü'nün yeşil bantlı, kapağını çoktan kaybettiğim albümünü koyar hızla sararak Semai şarkısını açar, uyumadan önce yalnızlığıma son bir kez sarılıp dinler ve şarkının bitişinde müziğin yerini alan cırcır böceklerinin sesiyle gözlerimi kapatırdım.

Kendime geldiğimde yüzüme bakıyordu eski arkadaşım. Benim sırıtan ifademin aksine yüzünde bu sefer hiç gülümseme yoktu. Belli ki kendi kendime gülmemin artık bir şakaya girmeyeceğini ve bunun ciddi olduğunu düşünüyordu. Derin nefes alırken kafasını önce sol yukarıya sonra sağ aşağıya, çenesiyle bir yarım daire çizer gibi hareket ettirdi. Kimse derin nefes alırken hareket etmemelidir. "Sen benim ne olduğumu düşünüyorsun ya?" dedim kimsenin duyamayacağı fısıltılı ve sinirli bir sesle. Çenesini son bıraktığı sağ aşağıdan hareket ettirmeden gözlerini hafif kaldırarak bana baktı. "Zavallı mı?" dedim.



14 Kasım 2012 Çarşamba

Bir Cumartesi günü öğleden sonrasının en güneşli bir kaç saatini uyuyarak geçirmekti, hayatımın yaşadığım dönemi. O gün öğlen saat 3'te uyandığımda hissettiğim pişmanlığı ilk kez 30'uma değdiğimde tüm gençliğimi düşünerek hissetmeliydim. Erken gelen hisler hep abartılı olur. Şimdi bütün o abartılı titizliğiyle karşımda duruyordu, benden biraz önce uyanmış ve bir gömlek ütülemişti. Cumartesi öğleden sonrası için asla tercih edemeyeceğim şey bütün hafta boyunca zaten giymek zorunda olduğum gömleklerden birini giymekti. Ütülü gömleği ve pantolonunu üzerine geçirdiğinde kendini şık bir adam zannedecek kadar komik bir yüz ifadesiyle aynaya baktı. Dışarı çıkma zamanı geldiği belliydi.

Yolda yürümeye başladığımızda, yüzünde bir zafer edası vardı. Ben her yoldan geçen insanoğluna baktığımda yüzündeki gülümsemeye biraz alay katılıyor ve bana yan gözle hafif bakışlar atıyordu. Karşıdan gelenlerin yüzlerine bakarak ne hissettiklerini ne düşündüklerini anlamaya çalışmam eğlendirmişti onu belli ki. Önümüzde, kavga ettikleri her hallerinden belli olan bir çiftten 21 yaşlarındaki genç kadın bir adım önde yürümeye dikkat ediyordu. Suçlu olmanın suçluluğunu yaşayan erkek ise, eninde sonunda yiyeceği "biraz acele etsene neden, geride kalıyorsun" fırçasını yemeden önce, hareketlerini ne kadar yavaşlatabilirse aralarındaki gerilimin o kadar yumuşayacağını zannediyordu. Bu kavganın galibini sadece yürüyüşün hızı belirleyecekti artık ve önde hızla yürüyen kızın yavaşlayığ, dün gece toplumsal baskının verdiği rahatsızlığa rağmen sevişmiş olmanın verdiği huzurla ve gevşemişlikle bütün gece koynunda uyuduğu bu genç adamın elini tutarak, bu tartışmadan kazanacağı avantajlardan vazgeçmeye hiç niyeti yok gibiydi. Bunları düşünürken, kafamı çevirip yanımda yürüyen o pis herifin suratına bakmadım bu sefer, baksaydım bana asla öğrenemeyeceğim bu kavganın sebebini asla öğrenemeyeceğimi anlatacaktı, biliyordum. Zaten bildiğim ve beni rahatsız eden şeyi ondan tekrar duymaya hiç de ihtiyacım yoktu. Karşıdan gelen "güzel" bütün dikkatimi dağıttı. İlk soru her zaman "Acaba onu tanıyor muyum?"dur, ikinci soru ise her zaman "Ben şimdi bu güzeli neden tanımıyorum?"dur. Hayır tanımıyordum ve tanımayacaktım, tanımam için de hiçbir gerekli sebep yoktu. Aynı yönü bile paylaşmıyorduk, paylaştığımız tek şey üzerinde yürüdüğümüz kaldırımdı. Güzel yanımdan geçinceye kadar kahverengi dalgın gözlerine baktım, sanırım yanımdan geçerken de istemsizce biraz kafamı çevirdim. Acaba beni veya yanımdaki adamı hiç fark etmiş miydi? Yanımda yürümeye devam eden yanlızlığa baktığımda başını aşağı doğru indirmiş, dudak kenarlarını yanak kaslarının izin verdiği sınırlarda kulaklarına doğru çekmiş ve evden çıkmadan hemen önce fırçaladığı dişlerini olabildiğince ortaya çıkarmıştı. Belli ki yanımda kendisinin yerine henüz arkamda gözden kaybolmamış olduğunu tahmin ettiğim güzelin yürümesini istememi çok imkansız bir hayal olduğunu düşünüyordu. Dalga geçmenin bile bir adabı vardır, üstüme gülerken kafasını sanki yaptığın şeyden çok utanırmış da bunu gizlermiş, sanki gözlerimin içine bakarak gülecek olsa ben acıdan kıvranırmışım gibi dalga geçemez benimle. Aklımdan arkamdaki güzele yetişip, "Bak şu ileride bekleyen kareli gömlekli yanlızlığım, biraz önce sana(size) aşık olma isteğim yüzünden benimle en onur kırıcı şekilde dalga geçti. Beni yanına alırsan bütün sevgimle seninle yürüyeceğim, yüzün sadece bir an daha gülsün diye bir gün boyunca başka hiçbir şey yapmadan seni nasıl mutlu edebileceğimi sanki hayatımın gerçek anlamı bunu düşünmekmiş gibi düşüneceğim ve yapacağım da. Çok mutlu olacaksın, çok. Eğer beni yanına almazsan bütün onurumu ayaklar altına alıp tekrar yanlızlığımın yanına döneceğim. Ne dersin?" diye sormayı geçirdim. Yapmadım. Hayır deseydi onursuz olmak zorunda kalırdım. Cevabı alındığında onuru zedeleyecek olan sorular sorulmazsa insanın onuru çok daha güvende oluyor.

Kahve içeceğimiz yere geldiğimizde, o önden gidip oturacak yer bulma heyecanını gizlemezken ben kahve sırasına girdim. Saat 4'tü ve benim içimde ilk kez 40 yaşında hissetmem gereken bir vazgeçmişlik vardı. Nasıl olsa kendime oturacak bir yer bulurdum...

8 Eylül 2012 Cumartesi

Biraz önce kapıdan daha önce hiç tanımadığım bir yanlızlık içeriye girdi. Şimdi, lacivert hafif parlak kumaşlı pantolonu, gri-beyaz çizgili gömleği, elleriyle taradığı belli olan saçları ve sadece hafta içleri kestiği için haftasonları ona umursamaz ve çirkin bir görünüş katan sakallarıyla, salonumun kapısının hemen yanınında ayakta duruyor. Ona bakmıyorum. Bakmamaya çalıştıkça, omuzlarıyla birlikte, orada olduğunu bana net bir şekilde belirten sinirli, şaşkın ve ciddi bakışları da gittikçe dikleşiyor. Çok kalacağını bildiğim için ilk günden misafir olarak davranmak istemediğim bir misafir gibi, bu kendisine yabancı ortamda benden bir komut bekliyor. Geleceğini önceden bildiğim bu misafiri kovmak mümkün olmadığı gibi "a naber ya, gel otursana" diyecek samimiyeti gösteremeyecek kadar az seviyorum onu. Aklıma sevme ihtimalim geliyor, ya o kadar kötü biri değilse diye geçiriyorum içimden. Tekrar döndüm ve gözgöze geldik. Odamın içerisinde hemen ayakta durduğu gerçeğini kabullenmeye başlıyorum, gözlerimi kaçırmadım. En iyi şansım, günün en güneşli ve güzel saatlerinde koltuğumda evden çıkmak istesem bile en az yarım saat kendine getirilmesi gereken vücudum ve uykudan kalma kıyafetlerimle oturduğum için bana küçümser gözlerle bakan bu adamın iyi yönlerini süzmeye çalışmak sanırım. Duruşunun şeklini bir an bile değiştirmemiş olması bacaklarının güçlü olduğunu gösteriyor, belli bir oranda spor yaptığını ama asla bir sporcu olamadığını şekilsiz vucudundan da hemen anlıyorum. Birlikte oturulan ilk iki saatte sizi kitap bilgisiyle ve ciddi akıcı cümleleriyle etkilemek için bütün gücünü kullanmaya hazır olmasıyla birlikte, espri yapmaktan o kadar uzak bir yüzü var ki her an onunla sıkılacağınızı anlamak için birkaç saniye ona bakmanız yeterli. Kendi adıma, onunla birlikte kitap okuyabilir, spor yapabilir ve bazen önemli konuları konuşabilirim diye düşünüyorum. Vicdan azabı gibi ayakta dikilmesi canımı sıkıyor. Döndüm, başımla kısa bir selam verdim, ben de sana çok bayılıyordum der gibi yavaş hareketlerle geçip karşımdaki koltuğa oturdu. Hemen etrafta okuyarak oyalanacağı bir şeyler bakınmaya başladı. O an onun da bir deniz kıyısında tek başına oturmayı, burada olmaktan çok daha fazla tercih edeceğini anladım. "Konuşmayı çok sevmiyorsun, değil mi?" dedim. Mantıklı sessizliği mantıksızlaştıran bu kelimelere cevap vermeyen yanlızlık bana kendimi deli gibi hissettirmeye kararlıydı. Konuştuğuma pişman oldum, kimsenin beni konuşurken görmediğini düşünerek rahatladım. Bir an olsun onun varlığını hissetmeden durabilmeyi istedim, sanki o şimdi hiç orada değilmiş gibi. Gömleğinin kollarını açtı. Rahatladı sanki biraz, çok uykusu olduğunu belli eder gibi uzun ama karşısındakilerin çok dikkatli bakmadan asla anlayamayacakları şekilde esnedi. Uyumayı çok sevdiği hatta her fırsatta uyuduğu belliydi, çünkü böyle bir adama sadece rüyalarındayken özgür olabilirdi. "Biraz uyumak ister misin?" diye sordum, başıyla evet işareti yaptı kibirli herif. Kalkıp boğazını sıkarak "Konuşacaksın lan bu evde, burada kalacaksan adam gibi davranmayı öğreneceksin orospu çocuğu" demek geldi içimden. Onun yerine "gel" dedim. Koridorda odaya doğru yürürken onunla birlikte yaşamanın "Gel haydi, odanı göstereyim o zaman. Yanında eşyaların var mı?" konuşmasını tek kelimeye kısalttığı gibi hayatımı da kısaltacağını hissettim. Odada ona eşyalarını ve yatağını gösterdikten sonra beğendi mi acaba diye yüzüne baktığımda, "hangi poster veya hangi tablo bu duvara yakışır" der gibi etrafa dikkatlice baktığını gördüm. "Ne kadar kalacaksın?" diye sordum. Önce düşünür gibi yere sonra gözlerimin derinliklerine bakarak ikimizin de cevabını bilmediği bu sorunun ne kadar anlamsız olduğunu bana anlatmaya çalıştı. Anladım. İçimde topladığım bütün nezaketimle eviminde ne sahip, ne misafir ne de kiracı olan bu adama "Hoşgeldin o zaman" dedim...

20 Temmuz 2012 Cuma

"Bak Allah'ın adını verdim bak. Bir kere daha anlamıyorum dersen bilgisayarı kafana geçireceğim" dedi. "Abi anlamıyorum, napim?" şeklinde formal olmayan cevap-sorumun içinde geçen "anlamıyorum" kelimesi, benim ne yapmam gerektiğinden çok, öncesinde Allah'ın adını vermiş olduğu için kendisinin şimdi ne yapması gerektiğini düşündürüyordu ona belli ki. Önce saatine, sonra bana, sonra önündeki koda baktı ve daha öncelikli problemler olduğuna karar vererek sustu. O kaldığı yerden devam ederken ben sakinleşmeden devam edemeyeceğimin farkındaydım. Bir yastık gibi hissediyordum. Anaokulunun ilk günlerine bomboş bir kılıf olarak başladığım eğitim hayatımda, babaanne kırlenti (sadece babaannelerin uyuyabileceği, kavgada ıstakadan daha büyük etkiler bırakabilen yastıkımsı) olma yolunda ilerliyordum. En başta, tüm bu bilgileri almaya başlamanın en başında her şey çok güzeldi, pamuklar teker teker yerleştiriliyor, sonra düzleniyor, pofuduk pofuduk bir eğitim veriliyordu. Geldiğim noktada ise bir grup insan aynı anda ve hunharca kılıfın içene buldukları her türlü pamuğu tıkamaya çalışıyorlardı. Başardılar da, sonunda taş gibi oldum ama, beynimde sıkışmış pamuklar var hala.

"Anlayacak ne var ki?" diye sordu. her zaman anlayacak bir şeyler olduğunu söyleyen ön yargılarımı bu kadar basit bir cümleyle yıkabileceğini zannetti sanırım ama çok yanılıyordu. "Nasıl yani?" dedim, bu kalıp basit bir vurguyla "sen ne dersen de bu söylediğini onaylamayacağım ama, yine de merak ettim, hadi bi dene" anlamına gelebilir. "Yani arkadaş, anlamıyorum deyip duruyorsun, birincisi bu kadar bilgi eksiği ve bu kadar gereksiz bilgi ile birlikte nasıl anlayabilirsin, ikincisi diyelim ki anladın, ne işine yarayacak. Anladığın şey hala senin aklınla ve bakış açınla ilgili olacak farkındasın değil mi? Dar bir kaba koyamazsın insanların hareketlerinin anlamlarını ve altında yatan nedenleri." dedi.

Bazı şeyler benim aklıma sığmıyor. Evet, tam anlamıyla söylemek istediğim bu, "aklıma sığmıyor". Düşündükçe beynimden taşacaklarmış gibi oluyor, baş ağrısı yapıyorlar. Ben de bırakıyorum beyin sıvılarından aksınlar. Bir noktadan sonra ne kadar yeni soru, sorgu, işlem gelirse gelsin, Random Access Memory dolu olunca kompüter kitleniyor.

Aklım, içi sarı, beyaz, kuştüyü, atkılı, yumaklaşmış, tanelenmiş çeşit çeşit pamuklarla dolu bir yastık kılıfı gibi. İnsanları daha fazla anlamaya çalışırken daha fazla sorduğum sorular, daha fazla aklıma sığmıyor.

13 Temmuz 2012 Cuma

O gün şanssızdım. Taşı yere attıktan sonra bir an kendime çok sinirlendim, atar atmaz fark ettim ki geriye kalan el için beklediğim taşın bir tanesi yerdeydi ve oyunun sonlarına geldiğimiz noktada taşın diğer eşinin elime gelme olasılığı çok düşüktü. Tur, ben "biri açsa da şu el bitse" diye düşünürken bana doğru geliyordu. Yerden taş çekip çeker çekmez attığım anda başladı "ben şimdi bu oyunu neden oynuyorum yahu" hissi. Kazanamayacağım kesindi, mucize lazımdı kazanmam için. Masadakilerden biri oyundan aldığı zevkin günü kurtarmayacağını açıkça belli ederek "Acaba bundan sonra King mi oynasak?" dedi. Aslında yeni bir oyun oynayacak gücüm hiç yoktu, ama daha iyi bir seçeneğim de yoktu. Oyun tekrar bana döndü, yerden bir taş çektim çeker çekmez tekrar yere attım, boşa dönüyordum.

İşten çıktığımda elime telefonu aldım. İşaret parmağımı telefonun arkasına, başparmağımı da dokunmatik ekranının tam ortasına koyarak yüzük parmağımla kıçına vurmak suretiyle havada iki tur attırdım. Bu hareket evrene verilmiş bir düşünüyorum mesajıydı. Kovboyların düellodan önce ısınmak için yaptıkları silahı çekerek havada iki tur attırıp tekrar kılıfına sokma suretiyle yaptıkları hareketin karizmasının, bilinç altıma bıraktığı izlerden kaynaklandığını fark ettim bu yaptığım mantıksız hareketin. Etrafa baktığımda, bırakın bu hareketten etkilenmeyi üç telefonu havada çevirsem dönüp de bakmayacak bir kitle vardı. Alındım, bu akşam yaptığım bir hareketi veya söylediğim bir sözü birilerinin fark etme ihtimalini düşündüm çünkü. Telefonumu daha çıkartırken cebimden aynen geri koyacağımı biliyordum. King Crimson - I talk to the wind söylemeye başladım ıslık tonunda. Birkaç kişi saçma bir şeyler mırıldandığımı hissedince "deli mi acaba, deli gibi de giyinmemiş ama, deli değil de mal sanırım" bakışıyla beni süzdü, fark edildiğimi hissedince rahatladım, bu günü de kurtardık diye. Eve gittim ve on dört saat süren delikli bir uykuya daldım.

Bir gün sonra "Bundan sonra yepyeni bir oyuna  başlamak ister misin?" sorusu geldi. Sınırlı bir zaman içinde cevap vermem bekleniyordu. Benimse aslında yeni bir oyuna başlayacak gücüm hiç yoktu. O günün akşamında telefonu elime aldım, birkaç turdan sonra ait olduğu yere tekrar dönüş yapan telefonun bana anlatmaya çalıştığı bir şey vardı; hamle sırası her bana geldiğinde, anlamsız bir el geçirdiğim bir döngüye girmiştim. Ben galiba gerçekten boşa dönüyordum, ve bir sonraki oyun için verdiğim cevap...


29 Haziran 2012 Cuma

"Üffff" dedi, bozuldum çünkü neredeyse aynı benzerlikteki cümlelere bir kaç gün önce katıla katıla gülmüştü. Bir insan tutarlı olmasına rağmen aynı olaylara farklı tepkiler verebilir, bunu söylüyorum çünkü onun asla tutarsız biri olduğunu düşünmedim. Ama karşıdakinin hareketlerini önceden tahmin edebilmenin verdiği rahatlığı yaşamak isterim, bu nedenle aynı cümlelere iki farklı zamanda iki farklı tepki almak can sıkıcıydı. Bunu yapma nedenini anlamış olmanın iç huzuru içerisindeyim şimdi, çünkü o bir "arttırıcıydı".

Arttırıcı, toplu ortamlarda hem genel hem bireysel çıkarlar için duyguları arttıran kişidir. Şöyle örnekleyelim, muhabbetimizde 3 kişi olsun: anlatıcı, dinleyici ve arttırıcı. Arttırıcının görevi burada dinleyicinin hislerini önceden tahmin ederek sonrasında abartarak anlatıcıya yansıtmaktır. Sonuçları şöyle gözlemleyebiliriz; dinleyici mutlu olur, onun hisleri paylaşıldığı için arttırıcıya sevgi besler ve yalnız olmadığı için keyiflenir. Arttırıcı, anlatıcının konuşmasından komisyon alan kişidir. Tabi bu eleştirilecek bir durum değildir, sadece anlatıcıya zarar verme ihtimali vardır. Anlatıcının bir, dinleyicinin beş kişi olduğu bir muhabbeti düşünün. Arttırıcı tek bir "üff" ile kendisi dahil altı kişiyi keyiflendirip fayda sağlayabilir. Bu durumda yapılan hareket toplum yararınadır diyebiliriz. Tabi ki arttırma işlemi sadece özgüveni en üst düzeydeki kişiler tarafından hayata geçirilebilinir. Bunun nedeni de "kaldıraç etkisi"dir (bkz: kaldıraç etkisi). Eğer topluluğun genel hissini yansıtabilirse büyük kazanır, yansıtamazsa büyük kaybeder ama dinleyicinin iki tarafa da meyli olan durumlarda verdiği tepki ile diğerlerinin düşüncelerini etkileyebileceğinden ters köşeye yatmadığı sürece kazanır. "Üffff" dediği anda yanındaki insanı düşündüm, yüzünde küçümser bir ifade vardı; gülmekten yerlere yatarken yanındaki insanları düşündüm, onun kadar olmasa da gülüyorlardı. Tepkileri anlatıcıya göre değil, dinleyiciye göre yapmak tutarlı bir harekettir.

Arttırıcının olduğu yerlerde anlatıcının rezil olmaması veya kötü hissetmemesi için, dinleyicilerin hislerini doğru tahmin etmesi ve arttırıcıyı önce kendi tarafına çekmesi gerekir sanırım. Ama diğer taraftan en güzel muhabbetler de, anlatıcı ve arttırıcının takım olduğu ve birlikte hareket ettiği muhabbetlerdir, keyfine doyum olmaz...

24 Haziran 2012 Pazar

Kendimi herkesin uyum sağlayabileceği bir konu açma gereği içinde hissediyordum. İnsanların benim konuştuğum şeylere ihtiyacı olmadığını fark etmem gerekiyordu zaten hayatımın bir yerinde. Gerçekten ihtiyaç olan, herkesin tatsız olduğu, kimsenin yeni bir konu açma ihtimalinin olmadığı durumda bile konuşmama ve yeni bir konu açmam ihtiyacı yok kimsenin. Bana "E konuşacak bir şeyimiz yok, belliydi böyle olacağımız" dedi, dedim ki "insanın konuşacak bir şeyi olmamasının tek bir nedeni anlatmak istememesi olabilir, başka bir neden olduğunu zannetmiyorum" dedim. İnanmadı tabi, veya da ne fark eder ki diye düşünmüş olabilir, sonuçta konuşacak bir şey yoksa nedenini kim umursar. Kabul etmek istemedim konuşacak bir şeylerim olmamasını, girdim bir yerlerden. Uzun zamandır yaptığım en güzel muhabbetlerden birini yaptım ondan sonra. Konuşacak ne çok şey varmış...

Ama şimdi işler farklı, herkes burada, konuşacak konu çok ama konuşulacak hiçbir şey yok. Sadece konu açmak istemediğim için susarsam ne oldu diye sorarlar, çünkü susmam ben normalde. Bir arkadaşımın "ağız ishalisin sen" demişliği bile vardır. Yardıma ihtiyacı olmayan kişilere yardım etmeye çalışmak saçmadır. Kimsenin yardımıma ihtiyacı yok, bu güzel. Kimsenin varlığıma da ihtiyacı olmadığı anda ise, kötü.

Neyse ki her şey güzel...

21 Haziran 2012 Perşembe

"Olmaz" dedi ve ben buna hiç şaşırmadım. Saçma bir neden de sundu, sırf bir neden sunmuş olmak için. Ben çok daha iyi nedenleri önceden biliyordum zaten. O yüzden çok da kurcalamadım. Benden önce aynı soruyu başka şekillerde başka yerlerde soran herkese de "Olmaz" dediğini tahmin edebiliyordum, çünkü o bir olmazcıydı, tarz meselesiydi yani. Bence şu hayatta yapılmış en mucizevi veheyecan verici makina saattir. Her gördüğünde insanı şaşırtabilir, iki kere baktığında aynı şeyi göstermez çünkü. Diyelim ki aynı şeyi görmek için her gün aynı zamanda saatine baktın -kimse bakmaz aslında ya benim boş zamanlarımda bunu yapmışlığım var itiraf ediyorum- ve aynı saati tekrar gördün. Öyle olunca tam  aynı şekli gösterdi gibi hissediyorsun ama üzerinden o kadar zaman geçmiş oluyor ki sanki böyle yeniymiş gibi, sanki saatim tam da oraya ilk kez gelmiş gibi ve bir daha asla akrep, yelkovan ve saniye göstergeci (ezikliğine üzülmüşümdür hep saniye göstergecinin, sadece saniyeyi gösteren bir saatim olsun istedim hep, soranlara sadece önümüzdeki dakikaya 20 saniye kaldı diyebileceğim bir saatim) tam bu şekilde duramayacakmış gibi. Zaman hep ileri hareket eder derler, bu gerçekte hep doğru değildir. Gerçekte, olmazcılar için zaman saat gibi ilerler. Kendileri değişsin ama aslında dünya hiç değişmesin isterler olmazcılar. Sürekli ilerlediğini aslında sizin de onun gibi ilerleyebileceğinizi anlatırlar sizlere. Zaman ciddi bir kavramdır dostum, nasıl ki bir saat asla yanlış vakti göstermemeli ise olmazcı da yanlış yapmamalıdır. Yapsa bile basit bir ayarlama gerekir düzeltmek için herşeyi ve kaldığı yerden hiçbir şey olmamış gibi devam eder. Etrafındaki insanlar hayranlıkla izlerler olmazcıyı, tik tak tik tak tik tak... Zamanı öğrenmek için saate bakmak veya saati sormakla, yapman gerekenleri öğrenmek için insanların onayına bakmak veya onayını sormak çok benzer hareketlerdir. Gerçekten kaybolmamışssan saatin kaç olduğu hakkında hep bir fikrin vardır ama her zaman kesin olmasını istersin, sorarsın o yüzden cevabını bildiğin soruları. Bu yüzden hep tekdüzedir işte olmazcının hayatı, çok büyük değişiklik olmaz ama hep kıskanılır bir taraftan. Çünkü güçlü ve istikrarlıdır, hep ilerler bir de. Kıskanır da olmacı kıskanıldığı gibi, kıskanmasının nedeni yanlışa tahamülü olmamasıdır. Şimdi kalkıp bana, "Olmaz" dese ve olmasa zaten dert yok, olmamasının en ufak bir ihtimali varsa zaten asla "Olur" demez, ama ya "Olur" derse ve gerçekten olursa! İşte bunu kıskanır, çünkü onun tam yirmidört saat sonra nerede olacağı bellidir, herkesin de belli olsun ister. Saatin sayılardan oluşması çok üzücü gelir bana, keşke saati mühendisler değil de psikologlar bulmuş olsalardı, bu kadar acımasız olmazlardı en azından zamana karşı. bir de keşke ben psikolog olabilseydim. Bir olmazcı bana gelip aslında neler neler yapmak istediğini ama nelerin neden olmayacağını uzun uzun anlatsaydı. Çekmecemden bir tane sadece saniye göstergeci olan bir saat çıkarıp koluna takardım ve "Her olmaz diye düşündüğünde bu saniyeye göstergecine bak, şimdiki zamanın sadece dönüp durduğunu göreceksin" derdim.

20 Haziran 2012 Çarşamba

İstemek ve aramak arasındaki bağlantı, her zaman gözle görülebilir değildir. "İnsan ne ister?" ve "İnsan en arar?" gibi iki ağır sorunun üzerinde yorum yapacak kadar bilgim veya fikrim yok, ama bu soruların arasındaki benzerliği görebiliyorum. Bir kişi bana "Aramıyorum ama istiyorum" dedi çünkü. Ufak ve rahatsız edici bir gülümseme belirdi yüzümde en başta, çünkü ilk anladığım anlam çok basitti "fikir var, eylem yok" demekti bu cümle. Düşünülen her şeyin gerçekten var olduğuna inanmam aslında, bu konuda Descartes ile pek anlaştığımız söylenemez. Ama bu noktada durum farklı, insanın kendi eylemlerine, kendi isteklerinin yaptığı etkiden bahsediyoruz. Bir insan gerçekten bir şeyi istiyorsa bu konuda eyleme geçmenin onun için bir seçim olduğundan emin değilim, hatta bir tahmin yürütecek olsam "olmadığını" söylerdim. Bu nedenle "fikir var, eylem yok" durumu, istemek-aramak ikilisi için sadece bir yanılgı olabilir. Aslında isteklerine yönelik eylemler yaptığının farkında olmayan bir insanın yanılgısı diyebiliriz. İşte bu yüzden karşımdakini benden bir kaç saatliğine iğrendirecek o gülüş yüzümde belirdi. Kişinin insan ilişkilerini, karşısındakinin söyledikleri hakkında aklından ilk anda geçenler belirler galiba, hiçkimse benden iğrensin istemem. Bir yazı geldi aklıma. Evet, ben bir manyağım ve aradım buldum yazıyı, "... insanın yaptığı tek şey aramaktır. Yüzerek okyanusları geçiyor, bu yolda ölümü göze alıyor, ama onu gerçekten bulmaktan da inanın çok korkuyor. Onu bulunca arayacağı başka bir şeyin kalmayacağını hissetmektedir çünkü... İnsan aradığını bulduktan sonra nereye gidecek?" (Yeraltından Notlar, Dostoyevski). Hiç sevmem alıntı yapmayı, hele de klişe bir fikir ise, başkalarının düşüncelerini benim kafamın içerisinden geçirmeden yazmaktır çünkü alıntı yapmak, yazılmışı tekrarlamaktır. Ama direkt "aramak her zaman bir korku barındırır" deseydim kimse bana inanmazdı. Bırakın aramanın kendisini fikri bile korkunçtur. Bu yüzden hepiniz "istersiniz ama aramazsınız", haklısınız da. Düşünceleri, hayalleri, rüyaları ve istekleri mantıkla açıklamak zorunda değilsiniz, bu bir çizgifilme "çok mantıksız" demek gibidir. Diğer taraftan, eylemler için bu kadar yumuşak değildir insanlar, ki ben hiç değilimdir. Eylemler mantıkla açıklanmalı. Sosyal bozukluğun en önemli göstergelerinden bir tanesinin, "istemek" eylemine "neden" sorusunu sormak olduğunu düşünürüm hep. "Neden mantı istiyorsun?", "E canım istedi.", "Ama yani neden, bir nedeni yok mu?". Ben vereyim cevabı, "Yok, olması da gerekmiyor zaten". Çünkü mantıkla açıklanamayan bir şeyler olmalı hayatta, her şey mantıkla açıklansaydı hayat çok çirkin, basit ve anlamsız olmaz mıydı? İnsan özgürce hayal kurmalı, istemeli. Anladım sonra "Aramıyorum ama istiyorum" derken  içten içe ne kastedildiğini, "Her şeyi mantıkla açıklamak zorunda mıyım yahu? Çünkü arama eylemini gerçekleştirmiyorsam, sadece istemek eylemi yaparak "neden" sorusundan kaçabiliyorum, lütfen bana aslında aradığımı da göstermeye çalışma, bunu öğrenirsem mutlu olmayacağım". Şimdiki düşündüklerimi düşünmüş olsam "Korkma" derdim "Sen zaten mutsuzsun"... 


19 Haziran 2012 Salı

Uzun zaman önce çok beğenerek dinlediğim bir hikaye vardı, paylaşmak isterim...

Geçmiş zamanda Belçika'da doğup büyümüş genç bir adam varmış, "Long" derlermiş ismine, onurlu, zeki ve mert bir adammış. Kamyoncuymuş, komyoncu olmayı seçmiş mi yoksa zorla mı olmuş bilinmez ama mesleğini çok sevmiş. çünkü zaten aynı yerde 1-2 gün kaldıktan sonra dayanamaz kaçmak istermiş. Kamyonuna binip dünyanın heryerini gezmek tek mutluğuymuş, hayatını bu şekilde geçirmekten başka bir düşünce aklından hiç geçmemiş. Ta ki...

Suriye tarafına bırakması gereken bir yükü götürürken güneydoğu anadolu bölgesinde bir köye uğramış yolu. Su içmek için çeşmenin başına gittiğinde orada Hicle'yi görmüş. Bir süre seyretmiş öyle, hayran olmuş. Sevmek, aşık olmak, beğenmek, hoşlanmak... Bir çok kelime var ilk görüşte yaşanan o duygu için ama Long hayran olmuş. Yani oracıkta kızın haberi bile olmadan bütün ömrünü onu izleyerek geçirebilirmiş. Hayranlık bir platoniklik taşır ya, belkide o yüzden. Ama sonra, kız dönüp ona bakmış, gözgöze gelmişler, hissetmiş ikisi de, yaklaşmış kıza doğru ve konuşmadan anlaşmışlar sanki. Long bir süre köy etrafında kalmış gidememiş ama aldığı işi yarıda bırakamazmış. Gitmesi gerektiğini son bir kez taşıdığı malları bırakacağını ve sonrasında sonsuza kadar orada kalacağını anlatmış, yola çıkmış.

Hicle'nin ailesi durumu farketmiş, bir kaç gün içinde düğün dernek kurulmuş, evlendirme kararı alınmış. Long döndüğünde düğünle karşılaşmış, içinde karşı konulamaz bir acı hissetmiş, yanmış. tam dönüp yoluna gidecekken gözgöze gelmişler yine, anlamış Hicle'nin bu evliliği istemediğini. Bir fırsat bulup kamyona atlamışlar, kaçmaya başlamışlar, Hiclenin ailesi arkalarına düşmüş. Hatırlamadıkları kadar yol almışlar güneye doğru, ölümleri pahasına. Sonunda kamyonun onları yarı yolda bıraktığı yer bir çölün ortası olmuş. İnip koşarak devam etmişler. Bir yerden sonra kumların arasında iki sevgili gözden kaybolup gitmişler, sonsuz ölümlerine doğru.

İşte o gün bu gündür bütün kamyonların, tırların arkasında bu iki aşığın anısına "long ve hicle" yazarmış...

18 Haziran 2012 Pazartesi


Karşıdakini eleştirirken kullanabileceğin birbirinden farklı 3 kişi vardır. 

"Ben" vardır öncelikle, "Ben daha önce ... yapmıştım" gibi, kendi başından geçen deneyimleri anlatır. Karşıdakini kendine benzeterek aslında ne kadar değer verdiğini göstermeye çalışır ve aslında eleştirdiği şeyin aslında normal olduğunu, kendisi dahil herkesin yaptığını ama sonuçlarının iyi olmayabileceğini örneklerle gösterir. Zordur böyle eleştirmek, çok şey yaşamış olmanız veya çok iyi hikaye uydurabiliyor olmanız gerekir ki her konuda bu şekilde bir örnek bulabilesiniz. Kötü tarafı, eleştirdiğiniz kişi çok nadir dinler sizi böyle konuşurken, üzerine alınmaz, bir yerde "banane yahu" diyerek kaçacak zannedersiniz. O yüzden "parent to child" olunca anlamsızlaşan bir oyundur, "adult to adult" olarak çalışması gerekir, eleştirinin doğasına aykırıdır bu nedenle, (adult, parent, child ilişkilerini için öğrenmek  için http://www.ericberne.com/transactional_analysis_description.htm).

"Sen" en çok başvurulan eleştiri yöntemidir, çünkü "Ben"in aksine tam bir eleştiri silahıdır, acımasızdır. "Sen hep .... yapıyorsun" gibi örnek verilebilinir. Gizli anlam taşır, "Sen yapıyorsun" demek temelde "Ben yapmıyorum" anlamı da taşır. "Bencilsin" derken, "oysa ki ben öyle değilim" de demiş olursun. İnsanı kendisine yöneltilen eleştirinin tartışılamaz derecede net olduğuna, anormal bir hareket veya kişilik özelliği olduğuna ikna edilir ve en kötüsü de meselenin çözümü hiç önemli değildir. En güzel tarafı karşıdakinin mesajı net bir şekilde alması ve kabullenmesidir, Ayrıca "parent to child" çok rahat oynanılabilinir. 

Son olarak "O", yani "bir arkadaş", yani "Hakkı Amca'ların çocuğu" mesela, yani "bizim ofisteki bir kişilerden bazıları" gibi bir şeyler... Genellikle de belirsiz bir "O"dur bu. "Bazıları var, ... yapıyorlar, o yüzden onlardan bir cacık olmaz" şeklinde bir eleştiri. Kötü ve iyi taraflarını yazmak zor. Karşındakini hiç kimsenin yerine koyarsın, değersizleştirirsin, alınmasını sağlarsın ama alınırsa da "ne alakası var, ben senin için mi söyledim, bazıları böyle yapıyor diye anlatıyoruz" deme hakkını saklı tutarsın, cümleleri boğaza dizersin, savunmasız bırakırsın. Böylece hiçbir sorumluluk almadan eleştirmiş olursun. "O" ile eleştiri yapmak bence karşıdakini kaybetmeyi göze almaktır...

Özne, bir eleştiri yapılırken karşıdakinin kendisine vereceği kimliktir.
Ben, Sen, O
İyi, Kötü, Çirkin...

17 Haziran 2012 Pazar

"Kendini değerlendir" dedi bana, dedim ki "Sen değerlendirmeyecek miydin?". Bazı eleştiriyorlar beni, neymiş efendim kelimelere çok takılıyormuşum, anlamlar o kadar da gözle görülür değilmiş, kelimeleri çarptırıyormuşum. Mesela "Olmadı yar, Su testisine dolmadı yar" derken şair "testis" demek istemiyormuş Aslında orada "testi" deniyormuş. İnsanın anladığı leş gibi olsa bile anlatılandan önemli değil midir. Ben inerim kelimenin köküne arkadaş, ben herşeyin köküne inerim, bilirim ki görünen şeyler zaten çözmek için basittir. Yok basit de yaşanır şu hayat da ne keyfi var ki yani. Al sana kelime bak, "değerlendirmek". değ(mek)->değer->değerlen(mek)->değerlendir(mek). Birisi sana "değerlendir" dediğinde bu akış nasıl geçmez ki aklından. Çünkü kelimenin sonu "konu hakkında genel bişeyler anlat" anlamına gelirken, kökü "konuyu daha değerli hale getirecek bir şeyler söyle, daha doğrusu bu konunun değeri nedir, ederi nedir onu söyle sen kısadan bize" anlamı taşımıyor mu? Değeri nedir? "Abi bu paraya ne alınır" gibi bir soru bu. Kaç para eder, ne kadar anlamı var, kim konu için neyinden vazgeçer, o değil de biz bu konuyu neden konuşuyoruz, anlat işte. Aklıma geldi şimdi, biri çok küçükken sormuştu bana şu klişe soruyu "Bir zamanlar insanlar amerika kıtasının olduğunu bilmiyorlardı, o zamanlar amerika kıtası desen kimse bişey anlamazdı, peki sence gerçekten o dönemde bu kıta var mıydı, yok muydu?", cevap mantıksal olarak "evet vardı", ama duygusal olarak herkesin içinden bir hayır geçer. zaten geçmiyor olsa, bu soru o duyguyu hissettirmese böyle bir klişeye dönüşmezdi. Değerlendirmek de öyle geliyor bana işte, "Bir değer vardır mutlaka ama ben bilmiyorum, anlat bakalım", yani değerlendirme isteği yapıldığında kimsenin bilmediği amerika kıtası gibidir konunun değeri, var ama yok. "Kendini değerlendir" dedikten sonra sanki ona hiç görmediği bir kıtayı anlatacakmışım gibi gözümün içine bakmaya başladı. Kendine değer biçmek ne demek yahu? "var ve yok" sorunun cevabı bu kadar saçma işte. hadi düzgün bir cevap verecek olsam, "Ben benim için dünyanın en değerli adamıyım ve ben bana göre dünyanın en değersiz adamıyım", işte aslında böyle düşünüyorum. Ama ben de saf değilim biliyorum sorunun bu olmadığını. ben de kendimi değerlendirdim, değerli bütün yönlerimi anlattım, değersiz olan taraflarıma bahaneler buldum, açıkladım, çok konuştum. en sonunda "mhh, dedi o kadar da değerli değilmişsin.", "Baştan bunu söyleseydin şu anda acı çekmiyor olurdum" dedim...