8 Eylül 2012 Cumartesi

Biraz önce kapıdan daha önce hiç tanımadığım bir yanlızlık içeriye girdi. Şimdi, lacivert hafif parlak kumaşlı pantolonu, gri-beyaz çizgili gömleği, elleriyle taradığı belli olan saçları ve sadece hafta içleri kestiği için haftasonları ona umursamaz ve çirkin bir görünüş katan sakallarıyla, salonumun kapısının hemen yanınında ayakta duruyor. Ona bakmıyorum. Bakmamaya çalıştıkça, omuzlarıyla birlikte, orada olduğunu bana net bir şekilde belirten sinirli, şaşkın ve ciddi bakışları da gittikçe dikleşiyor. Çok kalacağını bildiğim için ilk günden misafir olarak davranmak istemediğim bir misafir gibi, bu kendisine yabancı ortamda benden bir komut bekliyor. Geleceğini önceden bildiğim bu misafiri kovmak mümkün olmadığı gibi "a naber ya, gel otursana" diyecek samimiyeti gösteremeyecek kadar az seviyorum onu. Aklıma sevme ihtimalim geliyor, ya o kadar kötü biri değilse diye geçiriyorum içimden. Tekrar döndüm ve gözgöze geldik. Odamın içerisinde hemen ayakta durduğu gerçeğini kabullenmeye başlıyorum, gözlerimi kaçırmadım. En iyi şansım, günün en güneşli ve güzel saatlerinde koltuğumda evden çıkmak istesem bile en az yarım saat kendine getirilmesi gereken vücudum ve uykudan kalma kıyafetlerimle oturduğum için bana küçümser gözlerle bakan bu adamın iyi yönlerini süzmeye çalışmak sanırım. Duruşunun şeklini bir an bile değiştirmemiş olması bacaklarının güçlü olduğunu gösteriyor, belli bir oranda spor yaptığını ama asla bir sporcu olamadığını şekilsiz vucudundan da hemen anlıyorum. Birlikte oturulan ilk iki saatte sizi kitap bilgisiyle ve ciddi akıcı cümleleriyle etkilemek için bütün gücünü kullanmaya hazır olmasıyla birlikte, espri yapmaktan o kadar uzak bir yüzü var ki her an onunla sıkılacağınızı anlamak için birkaç saniye ona bakmanız yeterli. Kendi adıma, onunla birlikte kitap okuyabilir, spor yapabilir ve bazen önemli konuları konuşabilirim diye düşünüyorum. Vicdan azabı gibi ayakta dikilmesi canımı sıkıyor. Döndüm, başımla kısa bir selam verdim, ben de sana çok bayılıyordum der gibi yavaş hareketlerle geçip karşımdaki koltuğa oturdu. Hemen etrafta okuyarak oyalanacağı bir şeyler bakınmaya başladı. O an onun da bir deniz kıyısında tek başına oturmayı, burada olmaktan çok daha fazla tercih edeceğini anladım. "Konuşmayı çok sevmiyorsun, değil mi?" dedim. Mantıklı sessizliği mantıksızlaştıran bu kelimelere cevap vermeyen yanlızlık bana kendimi deli gibi hissettirmeye kararlıydı. Konuştuğuma pişman oldum, kimsenin beni konuşurken görmediğini düşünerek rahatladım. Bir an olsun onun varlığını hissetmeden durabilmeyi istedim, sanki o şimdi hiç orada değilmiş gibi. Gömleğinin kollarını açtı. Rahatladı sanki biraz, çok uykusu olduğunu belli eder gibi uzun ama karşısındakilerin çok dikkatli bakmadan asla anlayamayacakları şekilde esnedi. Uyumayı çok sevdiği hatta her fırsatta uyuduğu belliydi, çünkü böyle bir adama sadece rüyalarındayken özgür olabilirdi. "Biraz uyumak ister misin?" diye sordum, başıyla evet işareti yaptı kibirli herif. Kalkıp boğazını sıkarak "Konuşacaksın lan bu evde, burada kalacaksan adam gibi davranmayı öğreneceksin orospu çocuğu" demek geldi içimden. Onun yerine "gel" dedim. Koridorda odaya doğru yürürken onunla birlikte yaşamanın "Gel haydi, odanı göstereyim o zaman. Yanında eşyaların var mı?" konuşmasını tek kelimeye kısalttığı gibi hayatımı da kısaltacağını hissettim. Odada ona eşyalarını ve yatağını gösterdikten sonra beğendi mi acaba diye yüzüne baktığımda, "hangi poster veya hangi tablo bu duvara yakışır" der gibi etrafa dikkatlice baktığını gördüm. "Ne kadar kalacaksın?" diye sordum. Önce düşünür gibi yere sonra gözlerimin derinliklerine bakarak ikimizin de cevabını bilmediği bu sorunun ne kadar anlamsız olduğunu bana anlatmaya çalıştı. Anladım. İçimde topladığım bütün nezaketimle eviminde ne sahip, ne misafir ne de kiracı olan bu adama "Hoşgeldin o zaman" dedim...